Shirin Neshat’ın Sanat Hayatı Nasıl Başladı?

Shirin Neshat’ın Sanat Hayatı Nasıl Başladı? #Tanışın


Sanat tarihi sanatçılar ve janrlar üzerine bir yığın stereotip, ön yargı ve taleplerle dolu. Bunların en yaygını ve halkımızca sevileni; yaşarken değeri bilinmemiş, aç ve sefil sanatçı. Bir bakıma sanatın acılardan beslenen bir yaratma eylemi olduğuna dair romantik ön yargının kurbanıyız hepimiz. Hani hayattayken boya alacak parası bile olmasın ressamın,  ve yapayalnız kalsın ama sonra boyadığı gökyüzünü kılıf diye telefonumuza takalım… Bu iki ekstrem uç genellikle gereğinden fazla abartılır. Oysa sanat, özünde ün ve paradan, büyük galerilerin en büyük beyaz duvarını kapma yarışından fazlasıdır. Bir sanatçının kariyerinde ve hayatında neler olduğu, kaybettikleri ve elde ettikleriyle aslında bu dünya ile derdinin ne olduğu belki de asıl önemli olandır. İranlı sanatçı Shirin Neshat’ın hayatı ve sanatındaki koşutluk, güncel sanat dünyasında doğulu kadın sanatçı kontenjanından değil de  resimlerindeki renk, alegori ve sembollerin yorumlanışı ile gördüğü kabul bir başlangıç noktası. 

Şirin Neshat Neler Yaşadı 

Bugün 61 yaşında olan İranlı sanatçı 1982 yılında sanat okulundan mezun olduktan sonra resimden ve bütünüyle sanattan vaz geçip New York’da bir hayır kurumunda çalışmaya başlamış. Belki burada biriktirdikleri, belki bir şekilde geri döndüğü Tahran’da yaşadıkları Neshat’ın sanata da (üretim anlamında) -geri-dönmesini sağlamış. 1993’den beri feminist bir vizörden gördüğü dünyanın siyah beyaz fotoğraf ve filmlerini yapıyor ve belki de meselesi bu politik çatışma. 

 

Shirin Neshat’ın en ünlü fotoğraf serileri “Women of Allah”* (1994) sanatçının bedenine yazılmış Arapça metinlerin imajlarından oluşur. Fotoğrafların çoğunda bir silah vardır, ama baktıkça fark ettiğiniz, Neshat’ın uzuvlarının arasından size namlusunu gösteren bu silah temsil ettiği şeyi gizler. Yapılmalarından 20 yıl sonra bile bu imgeler hala şiddet ve geleneksel cinsiyet rolleri konusunda sarsıcı bir eleştiri olmaya devam ediyorlar. 

Neshat’ın 1998 yılında çektiği filmi Turbulent iki ayrılmış ekranda bir erkeğin sahnede şarkı söylemesi ile bir kadının tek başına dikilmesiyle aklımızda yer etti. İlk okumada şarkı yasağını düşündürürken Turbulent biraz daha derinde şarkı yasağının neye mal olduğunu anlatıyor, sesini kaybetmek, yalnızlık, izleyiciden mahrum kalmak… Kendini bir dikdörtgene hapsetme, ya da içinde durduğun kareden çıkmak için vermen gereken mücadele… Turbulent Venedik bienalinde Altın Aslan ödülüne layık görüldü ki güncel sanatın bir bakıma tacıdır bu ödül, kanon içine artık var olduğunuzu ve adınızın silinmeyeceğini garanti eder. 

 

Neshat bugün New York ve Brüksel’de Gladstone Gallery tarafından temsil ediliyor ve British Museum, Hirshhorn Museum ve Sculpture Garden Goodman Gallery gibi ünlü müze ve sergi mekanlarında işleri sergilendi. Venedik Film Festivalinin yanısıra Rockefeller Foundation, Dünya Ekonomi Forumu gibi kurumlardan da çeşitli ödüller aldı. Geçtiğimiz Kasım Ekim ayında Los Angeles Broad Museum Shirin Neshat’ın işleri üzerine büyük bir araştırma başlattı. Peki bütün bu başarıların öncesinde, başlangıcında Shirin Neshat, bir atölye ressamı olarak, sanat okulu öğrencisi olarak kimdi? Shirin Neshat’ın çeşitli söyleşilerinden yaptığımız derlemede kimliğinin başlangıcına dönmeye çalıştık.   

Sanata İlginiz Nasıl Başladı? Size etki eden belirli bir sanat eseri ya da sanatçı var mıdır? 

Bu aslında komik bir hikaye. Biliyorsunuz ben İranlıyım. Kazvin’in dindar, muhafazakar hatta tutucu bir bölgesinde büyüdüm. Çocukken sanatla tanışmış olduğum pek söylenemez. Ailemde sanatçı yoktu, müzelere sergilere falan da gitmedik. Sanat daha çok dekorasyon öğesi veya bir tür zanaat olarak görülüyordu. Bugün anladığımız anlamda sanatçı olmak gerçekten çok uzak bir fikirdi. Yine de bir “sanatçı” olmak fikri bir şekilde gelişiyordu  bence, belki daha romantik bir biçimde. Ama 7-8 yaşlarında okulda bana ressam dediklerini anımsıyorum çünkü sürekli resim yapıyordum. 

Tahran’ın kültürel aktivitelerle dolu ortamı beni  çok etkiledi ama gerçekte nelerin döndüğüne dair pek bir bilgim yoktu. Edebiyata ilgim vardı, İran’da şiir önemlidir, çok okunur. Ki zaten nihayetinde şiir sanatımın bir parçası haline geldi, fotoğrafların üzerine yazmaya başladım. 

Sanat eğitimim tam olarak Amerika’ya geldiğimde başladı, 17 yaşındaydım ve lise son sınıftaydım. Berkley Collage’da sanat eğitimi aldım. Onun öncesi gerçek anlamda beyaz bir sayfa. Bu yüzden beni etkileyen sanatçılardan bahsetmek zor çünkü 20’li yaşlarıma kadar sanatla gerçek anlamda temas etmedim. 

Berkley’de Batılı sanatçılar üzerine eğitim görürken Frida Kahlo’nun beni çektiğini hatırlıyorum. Bugün hala kendisini ilham verici buluyorum, bir kadın ve politik figür olarak. Sanırım Eva Hesse gibi kadın sanatçılar benim üzerimde daha derine etkiler bıraktı hep, sanatındaki neredeyse hüzünlü minimalizm ve ölüm şekliyle oldukça sarsmıştı beni. Kadın sanatçılarda beni etkileyen şey trajedi galiba, 2009 yılında Women Without Men adından bir film de yapmıştım da bu konuda, yıllarca hapis yatan Shahrnush Parsipur’un hayatını anlatan romandan uyarlanmıştı. 

Shirin Neshat'ın Üniversite Yıllarından Bir Kare 

Sanat attığınız ilk adımları merak ediyoruz… 

İran’da öğretmenlerim tahtaya yada duvarlara resimler yapmamı isterlerdi. Burada garip bir şey daha vardı, önce kadınlar çizip sonra onlar için kıyafet tasarlardım. Kıyafetler hep belli bir biçimi, formu takip ediyordu. Tam olarak ne olduğunu bilmiyorum ama o zamanlar kadınlar ve kıyafetler konusunda takıntılıydım diyebilirim, belki dergilerden, modadan ya da bizi sarmaya başlayan moderniteden etkilenmiştim. Kendi bedenimi keşfettikçe (jenerasyonumun neredeyse tamamı gibi) televizyonlarda, filmlerde ve yayınlarda gördüğümüz Batılı görünüm beni tam anlamıyla büyüledi. Rüzgar Gibi Geçti İran’da fırtınalar estiriyordu mesela, Peyton Place ve The Flying Nun gibi filmlerle Hollywood bizi efsunlamış gibiydi. 

UC Berkley’de ise tam anlamıyla kaybolmuştum. Bir anda fark ettim ki benim sanat ve sanatçı olmak üzerine düşündüklerim aptalca bir romantiklikti. Sanatçı olmak için aslında sezgiden çok fikirlere ihtiyacınız vardı. Ne söylediğinizi bilmeniz gerekiyor. Okulun ilk yıllarında kendi Müslüman ve İranlı mirasımla öğrendiğim Batılı sanat arasında düşünsel köprüler inşa etmekle geçirdim. Pers ikonografisini kullandığım resimler, baskılar ve kağıt işleri yapıyordum. Sürrealist formlar ve kadın figürleri (ki ironik olarak son zamanlardaki işlerimde tekrar su üstüne çıktı bunlar) odak noktamdı. Diğer öğrencilerin yaptığım işlerle bağlantı kurabildiğini zannetmiyorum.  Çok korkunç bir sürece girdim sonra, bu işlerin tamamını yok ettim. Okuldaki en zayıf öğrenci olduğumu düşünüyorum, Berkley’in lisansüstü programına kabul edildiğimde hocam zar zor girdiğimi söylemişti. 

Ve ben Berkeley’de okurken İran Devrim’i oldu. Hayatım kabusa döndü, göçmen statümü kaybettim ama eve de dönemiyordum ve ailemden de ayrı kalmıştım. İşlerim de gerilemeye başladı. Diğer sanatçı arkadaşlarım gibi çiçekler açtığım söylenemez. Mezuniyetten sonra on yıl kadar hiç sanat yapmadım. Kendi kendime “tamam, iyi bir sanatçı değilsin, hayatına devam et” dedim. 

New York’a taşınıp ünlü galerilere işlerimi gösterdiğimde hep aynı tepkiyle karşılaştım “şaka mı yapıyorsun?”. Beni hoş, işlerimi şaka gibi görüyorladı. Hatta bir galerici benimle kahve içmek istedi. Çok utandığımı hatılıyorum. “bunu bir daha asla yapmayacağım” dedim ve Storefront Sanat ve Mimarlık Okulu’nda çalışmaya başladım. Kurucusu olan eski eşim Kyong Park ile on yıl kadar bu kar amacı gütmeyen kuruluşun yerleşmesi ve büyümesi için çalıştık. Sergiler yaptık, konferans ve paneller düzenledik. Vito Acconci, Mary Miss, Kiki Smith, Haha Hadid, Judith Barry ve Alfredo Jaar gibi sanatçılarla çalışma fırsatım oldu. Benim asıl eğitimim Strorefront sayesinde oldu yani. 

Sanata geri dönmeniz konusunda sizi cesaretlendiren ne oldu? 

Uzun bir süre İran ve Amerika arasında diplomatik ilişki olmadı. Eğer eve dönersem Amerika kapılarının tamamen kapanmasından korkuyordum. Sonunda, vatandaşlık aldığımda yani, İran’a seyahat etme cesaretini buldum kendimde. Çok sarsıcı ve aynı zamanda beni çok duygulandıran yolculuklardı. Geri döndüğümde İran ile aramda ilişkiyi canlı tutacak bir şeyler yapma dürtüsü neredeyse elle tutulacak kadar güçlüydü. Ama bunun için zamana ve alana ihtiyacım olduğunu biliyordum. 

Üstelik artık bir oğlum vardı. Henry Street Settlement’a konaklama için başvurdum ve kabul edildim. Başlarda İran üzerine düşünürken ellerimin resmini yapıyor ve üzerine yazılar yazıyordum. Sonra bir anda aklıma fotoğraflar çekmek geldi. Fotoğraf sanatçısı arkadaşım Plauto’nun da yardımıyla kendi fotoğraflarımı çekmeye başladım, ellerim, ayaklarım, İran kültüründe gösterilmesine izin olan her şey. Fotoğrafların Xeroxes’larının üzerine İran’dan getirdiğim şiirleri yazmaya başladım. Başlangıçta bir oyun gibiydi aslında, bunları göstermek gibi bir niyetim yoktu. Bunlar Unveiling serisinden fotoğraflar, sonra “Women of Allah” serisinin parçası haline geldiler. 

Bir rol oynamak veya performans. Kendi ayinimin tek sorumlusuydum artık. 

Sanatçı Martha Wilson’un yönettiği Franklin Furnace adlı sergi mekanı bana bir teklifte bulundu. Kadın bedeni ve yazın üzerine bir konuşma yaptım ve gelecek bahar boyunca tek kişilik bir konuşma serisi yapmamı istediler. Bu benim kadın bedeni üzerine düşüncelerimi kristalleştirmemi sağlayan itici bir güç oldu.  

Kontrol bendeydi. “ben buyum, bu da benim” diye düşündüğümü hatırlıyorum. 

Sanat anlamında bir sonraki büyük adım da Kiki Smith’in bana Xeroxes’lerin üzerine yazmaya devam edersem işlerimin yakında kaybolup gideceğini söylemesi oldu. Malzeme bakımından kötü bir tercihti gerçekten. Fark ettim ki uzun vaadede hiç düşünmemişim bu işi. Ve fotoğrafçılık öğrenmeye başladım. Bu andan sonra sanıyorum ki sanat benim için artık kalıcı bir uğraş oldu. 

Bu yazıya ilk yorumu siz yazın.