Sanatta Akıl Hastalığı Veya Deliliğe Bakmak

Sanatta Akıl Hastalığı Veya Deliliğe Bakmak


Sanat ve (büyük) Arzu'nun birlikte dokunuşu sanat tarihi  boyunca bize insan olma durumunu anlamada yepyeni yollar açtı. Modern sanat hatta psikolojik problemleri yaratıcı bir macera olarak kutsayarak neredeyse bir sanatçı profili haline getirdi.

 

Bu psikiyatrik modernizmin nerede başladığını az buçuk arayan herkesin yolu Van Gogh’a çıkıyor, sanat tarihinin en popüler ressamı, neredeyse bütün gereklilikleri yerine getiren kuzeyin dahi/deli sanatçısı… Halbuki tarihsel kökler çok daha derine iniyor. Sadece tarihsel değil, psikolojik olarak da çalışmalar delilikle yaratıcılık arasında bir bağ olduğunu söylüyor, yani durum Gogh’a has ya da onunla başlamış değil. Albrecht Durer de genellikle melankolik bir dahi olarak tanımlanır, tıpkı bir çok erken Rönesans ve Romantizm ressamı gibi.

 

Bir bakıma sanatçıların toplumca delilik olarak damgalanan ruh haline bürünmesi hiç de garip değildir; yaratıcılık denen şey irrasyonel bir süreç. Rasyonel ve akılsal yollarla varılabilecek bir sonuç değil. Kendi varlığının dışına çıkıp hem nesneleri hem de kendini bir kavram olarak, varlık olarak ele almak, onları renge, şekle, ete kemiğe bürümek ve başkalaştırmak bir parça esriklik gerektiriyordur. Ya Platon’un dediği gibi “delilik tanrıların bir hediyesidir” ya da Nilüfer Kuyaş’ın dediği gibi “Sanatçı olmak metodu bir deliliktir”[1].

 

Modern sanatın delilikle ilişkili tasavvurunu inşa eden aslında Kant sonrası Alman filozofları. Bu ilişkiyi delilikle, arzuyla, oyunla, düşle, bilinçdışıyla, delilikle kısacası burjuvazinin imal ettiği bütün mitlere karşı donatanlar da onlar. Sanatın özerk bir kurum olması doğaya ve akla, toplumun kurumsallığına karşı bir duruşla var olabilmesini biraz da Alman romantiklerine borçluyuz. Foucault delilerin tımarhaneye kapatılmasıyla deliliğin sanat alanına girdiğini söylüyor. Yani bir açıdan klasik ve akademik sanat geleneğinin yanında, bazen de içinde deliliğin izleri bir duygular estetiği olarak sanat yerleşmiş. Rönesanstan itibaren bu deliliğin izini sürmeye çalıştık…

 

 

Vittore Carpaccio – Rialto’da Deli Adamın İyileştirilmesi (1496)

 

15. yüzyıl Venedik’inden gündelik hayat görüntüleri de sunan Carpaccio tablosu sayesinde Orta Çağ’ın sonlarında deliliğin nasıl algılandığını ve tedavi edildiğini de görüyoruz. Tablonun adı bazen “Deli Adamın İyileşmesi” olarak geçiyor, bazen de “Şeytan Tarafından Ele Geçirilmiş Adamın Tedavisi”, ama ikinci anlam tabloya daha uygun. Bir şeytan tarafından ele geçirilmiş bir adam Rialto köprüsünde bir papaz tarafından mucizevi şekilde iyileştiriliyor tabloda. Aslında resmedilen tam bir insanlık dramı, deliliğin sergilenmesi, ona bakmaya duyulan arzu ve bu arzunun tabloda kışkırtılması. Yüksek Rönesansın katmanlı ifadesine alışık değilse gözleriniz, kalabalık içinde adamı bulmakta zorlanabilirsiniz, figürlerin bakışını takip etmeniz yeterli. Resimle karşı karşıyayken bir yandan deliliğin nasıl resmedildiğine dair duyduğunuz arzuyla da yüzleşiyorsunuz çünkü bu hem düşmek istemediğiniz bir durum, hem de en ilkel merakınızı cezbederek baktıran bir şey.

 

 

Matthias Grunewald - The Temptation of St. Anthony (1512-26)

 

Geç dönem Batı Orta Çağ ressamları münzevi keşiş Saint Anthony’nin şeytanlar tarafından yoldan çıkarılmasına neredeyse tutkulu bir merak duymuşlar. Muhtemelen bir keşişin bile ayartılması sıradan kişilerin şeytanla savaşında ara ara yenilmesini haklılaştırıyordu. Grunewald ki Orta Çağın en ilginç ressamlarından birisidir, bu konu kişisel ve psikolojik bir terör halini alır, adeta Saint Anthony ruhsal sağlığı bozuk bir adam olarak resmedilir. Gerçeklikle sanrıların arasında ayırım yapmak imkansızdır. Özellikle Isenheim atarının bir parçası olan bu tablo tutkulu bir süreci gösterir. Bir hastanenin duvarında yer alan tabloda şeytanlar orada tedavi edilen hastalıklara bir alegori olarak kullanılmış neredeyse. Grunewald’ın bu eseri özelinde, hastalıkların yol açtığı fiziksel acı bir tür psikolojik işkenceye dönüşmüş olarak resmedilmiş. Alman ekspresyonizmi üzerinde derin etkileyen eser bugün hala zihni ve akıl sağlığını tehdit eden durumlar üzerine bir baş yapıt olarak kabul edilir. Daha çok fiziksel acı ile akıl sağlığının yitimi arasındaki kısacık mesafe resmedilir. Grunewald, politik olarak zor zamanlarda yaşamış bir ressam olarak şiddet ve kötülüğü resme dökerken akıl sağlığı ile ilişkisini de sorgulamış ressamlardan.

 

 

Albrecht Dürer – Melancholia (1514)

 

Şimdilerde hastalık olarak gördüğümüz bir durumun hem kahramanlaştırılması hem de aslında teşhisi var Dürer’in Melankoli’sinde. Bir duygu durumu olarak görülen melankolinin karakter zayıflığı ya da dengesizliğinden kaynaklandığı düşünülüyordu. Bu karanlık his, yarattığı kızgınlık ve öfke Dürer’in çizdiği saplantılı yüze neredeyse kazınmış. Melankoli’nin Dürer tablosunda yol açtığı şey öfke ise bu öfkenin işine devam edemeyişten kaynaklandığını da görebiliyoruz. Elindeki ve yerdeki aletlere bakarsak bir Rönesans dahisiyle karşı kaşıyayız, matematikçi, harita uzmanı ya da bir mimar. Dürer’in bu resminde kendi hayatındaki ve zihnindeki karmaşaları sembolize ettiği söylenir. Melankoli onun gözünden dahinin bir tür yoldaşıydı, umutsuzluk içinde yaratma ve üretme zorunluluğu… Mutsuzluk soylu bir histir Dürer için. Ve bu baskı iş kesinlikle modern psikolojinin başlangıcı.

 

 

William Hogarth – The Rake in Bedlam (1733)

 

Londra Bethlem Hastanesi 14. yüzyıldan itibaren akıl hastalıklarının “tedavi” edildiği bir hastaneydi ve insan zihninin bütün gölgeli kısımları burada zorla aydınlatılıyordu. Shakespeare’dan Cervantes’e izlerini gördüğümüz bu kötü şöhretli hastane Hogarth tarafından 18. yüzyılda oldukça sembolik bir biçimde resmedildi. Genç bir adam kumar alışkanlığının yol açtığı batak içinde debelenirken Londralılar bu deliye bakmaya gelirler. Deliliğin arzu ile ilişkisini kuran en erken eserlerden belki de birisidir, tutkulu bir şekilde bağlı olduğu kumar genç ve sapasağlam bir adamı seyirlik bir nesneye çevirir. Aklı başında, yani normal kadınlar sadece bu adamı değil kendisini kral ve papa zanneden delilere de bakarak eğlenmeye gelmiştir.  Elbette Hogart’ın açısından, bir arada gördüğümüz bu insanlar arasındaki ayrım kendilerinin zannettiği kadar net değildir. Akıl ve delilik arasındaki ayrımın muğlaklığı gibi.

 

 

Francisco Goya y Lucientes – Aklın Uykusu Canavarları Yaratır  (1799)

 

St. Petersburg Hermitage Museum’da bulunan bir eser, romantizmin büyük ressamı Goya’nın en önemli tablolarından birisi. Aydınlanma Çağı’nın sonlarında yaşamış İspanyol ressamın aklın en zayıf ve kırılgan olduğu hali uyku haliyle demonları bağdaştırması tabii ki akla ilk akıl hastalıklarını getiriyor. Pesimistik ve bir o kadar da müşfik bakış açısı zihnimizin yönetimi konusunda ciddi sorular soruyor. Geceleri kabuslarla, başka varlıklarla, hayallerle ve korkularla paylaştığımız dünyada akıl ne kadar bizim ve hakim olabilir ki? Modernizmin şafağında modern mitler için sağlam sorular sorabiliyorsanız Goya’nın bu tablosuna bakarken, hem de uyku hali ile ilişki kuran psikanalizi düşünmeden edemiyorsunuz.

 

 

Theodore Gericault – Delilerin Portreleri (1822)

 

Romantik çağ şiirde de resimde de aklın sınırlarında ne olduğunu araştırmanın sevildiği bir dönem. Bu türlü bir içe bakış Gericault’un deli portrelerinde akıl sağlığı kavramına da yeni bir gözle bakmamızı sağlıyor. Bu portrelerden on tane kadar yapan ressam (ki bugün 5 tanesi elimizde) yakın arkadaşı Doktor Etienne-Jean Georget’nin hastalarını resmetmiş. Bu tabloda resmedilen kadına Gericault’un hissettiği saygı, şefkat, özveri ve hatta empati kolaylıkla sezilebiliyor. Genellikle oto-portrelerde gördüğümüz bir stilde yapılan resme bakınca Gericault’un içten içe delilik korkusu yaşadığını bile düşünebiliriz. Önyargı ve kalıplardan bilinçli olarak kaçan ressam akıl hastalığını insanlık hallerinin bir parçası olarak görerek şiddet ve ölüm temalarını derinlemesine işlediği resimleri arasına katmış. Romantizmden sonradır ki akıl hastalığı artık bir tür ucubelik değil, akılla ruhun arasında sıkışmış insanın yaşadığı bir durum olarak görülmeye başlanmış.

 

 

Gustave Courbet – Oto-Portre  (Umutsuz Adam) (1843 - 45)

 

Romantik sarhoşluğun tam da ortasında Courbert kendisini deli bir adam olarak resmeder, yüzü esrik ve korkmuştur. Aklının bu umutsuz hali utanılacak bir hastalık değil ama adeta sanatçının gururla taşıdığı bir nişandır. Dürer’in Melankoli’sine kadar giden gelenek Romantik çağda yeni bir güç bularak delilik artık dahilikle neredeyse eşdeğer bir konuma yükselir. Umutsuz bu yüz 19. yüzyıl avangardının da bayılacağı bir yüzdür, hastalığı içki ve uyuşturucu ile çağırmaya kadar gidecektir. Aklın esaretinden kurtulmadan, yani bir bakıma delirmeden gerçek yaratım mümkün değildir çünkü. Courbet’in fırçasından çıkan yüz Poe’nin hikayelerinden birisine kolayca oturtabileceğimiz bir yüz ve modern sanatçılar için bile hala heyecan verici. Hem kendisine bakan hem de izleyicinin gözlerinin içine bakan deli bir sanatçı çünkü o.

 


[1] Nilüfer Kuyaş, Serbest Düşüş, Can Yayınları, 2013

Bu yazıya ilk yorumu siz yazın.