Kutu Adam'ın Labirentleri

Kutu Adam'ın Labirentleri


Kutu Adam Tükçe’de Kumların Kadını isimli romanıyla ünlenmiş Japon yazar Kobo Abe'nin aslında ondan daha önce basılmış olan fantastik/masalsı romanı. 2017 yılında Türkçe’ye kazandırılan Kanguru Defteri’yle de kendisine bir hayran kitlesi oluşturmayı başardı, Uzak Doğu yazımının tadına varan Türk okuyucusu için Murakami’nin gizemine bir alternatif ve daha güçlü bir modernite eleştirmeni, doğulu bir Kafka, varoluşçu bir Avangard olarak daha fazla kitabı Türkçe’ye çevrilmeye başlandı. 

 

Kutu Adam, Abe’in en alegorik romanlarından birisi, kimliksiz ve isimsiz bir anti-kahramanın peşine takıldığımız, gerçeklikle hayal olan arasındaki duvarın incecik kaldığı ve sonunda “neredeydim ben” diye sorgulayacağınız bir roman. Kitap kappa ile başlıyor ve bitiyor, onun izinden yaptığı her şeyi görüyoruz. Bir yaratık, bir varlık yoldan geçen bir scooter’ına arkasına atlıyor ve biz de onunla çok ilginç bir maceraya çıkıyoruz. Romanda bir cinayet olmuş olabilir ya da olmamış olabilir. Kutu adam ölü müdür, canlı mı bundan bile emin değiliz. Bir ameliyat meselesi var, o da içinden çıkılması zor bir hal alıyor. Bu yüzden kutu adam kendi kimliğinden kaçarken polisten de kaçmak zorunda ama bu durum kendi hayal gücünden mi kaynaklanıyor yoksa gerçek mi asla bilemiyoruz. Kutu Adam başından sonuna bir tartışma bu yüzden, kendinizle, kutu adamla, kappayla, kutuyla sürdüreceğiniz bir münazara. Eğer ucuz alegorilerden gidersek kutu burada modern yaşamı temsil ediyor bile denebilir veya kendi etimizden oluşturduğumuz, ihtiyaçlarımızla örülü barınak/hapishane. 

 

Kappa ise bir Japon canavarı ya da cin. Bir sürü kötücül özelliği olan bir tür su cini. Ve Kutu Adam’ın kappasına bu tanım birebir uyuyor, elimizde olmadan aklımıza Kafka’nın böceği gelse de bunu bir kenara koyuyoruz ve kendisini garip durumlara düşürmeyi sıklıkla başaran bu anti-kahramanla özdeşleşiyoruz. Kafka’nın böceğinin aksine kappayla özdeşleşecek çok daha fazla noktamız var çünkü. Frank Kozik’in “Sigara İçen Tavşanlar”ı belki geliyor aklımıza, çok şirin, dış görünüş bakımından kabul edilebilir ve sevimli ama uyumsuz, rahatsız edici. 

 

 

Yanına yoldaş ettiği yeni kappasıyla scooterdaki adam gizemli bir kutu taşımaya başlar, burada Abe’nin maharetli romancılığıyla en ince ayrıntısına kadar tasvir edilmiş şehir manzaraları görürüz, kentin çatılardan kuytu ara sokaklara kadar, esrarengiz koridorlar ve nereye ait olduğunu çıkaramadığımız odalarda dolaşırız. Aynı zamanda hikayenin anlatıcısı olan adam beceriksiz bir yazar kahramanımız, hayal gücünün sınırlarında dolaşır. Roman boyunca stoacı bir sabır gösterir başına gelenlere ve sadece o büyük kutuyu taşımaya odaklanır. Sonunda yüzünü görene kadar romandaki diğer öğelere nazaran ne kadar gerçek bir varlık olduğuna inanamayız. Romanın sonuyla birlikte nasıl bir hayalin içine girdiğimize, zihnimizdeki gerçeklikle kabus arasında durduğunu zannettiğimiz çizginin bulanıklığına inanamaz halde buluruz kendimizi. Çünkü hikayenin doğrusal ve anokranik bir anlatımı var, kendimizi kaptırmamıza izin vermeyen ama tansiyonu yüksek tutan, ne olduğunu anlamak için kafa yormayı gerektiren bir müphemlik hakim romanın geneline. Okurken yazarın ilginç bir teknik uğruna doğrusallığı mı feda ettiğini yoksa bunun zihinin çalışma şeklinin bir ürünü mü olduğunu sorguluyor ve aslında her iki durumda da iyi bir roman karşısında olduğumuzu unutamıyoruz. Bu açıdan da Kutu Adam okunması zor bir kitap, hatta durup durup geri dönüşler, tekrar okumalar talep ediyor. 

 

Bütün bu karmaşanın içinde çevirmen Devrim Çetin Güven özel bir teşekkürü hak ediyor, çünkü fazlasıyla yoğun kültürel referanslarla içinden çıkılamaz bir hal alabilecek romanın çevirisi beceriyle kotarılmış.

 

Kutunun adama sağladığı şey bir tür kimliksizlik ya da kimliğin, bir işin, adresin, numaraların sağladığı süsten ve yükten arınabilme olanağı. Ama bu adama yüklerinden özgürleşmeyi getirmiyor, bir radyosu var, termosunda kahvesi, el feneri, havluları, tükenmez kalemi ve plastik perdeleriyle “döşenmiş” bir mekan bu kutu. Bu döşeme ya da kutu adamın sahip oldukları kitabı tamamen metaforik olmaktan kurtarsa da bir yandan yüklerinin fazlalığıyla boğuyor. Vazgeçilmez bazı eşyaları var Kutu Adam’ın, mesela plastik tahtası. “Öncelikle, bir masa görevi görebiliyor… Aynı zamanda yemek pişirirken kesme tahtası oluyor. Sert rüzgarların estiği kış gecelerinde ya yağmurda gözetleme camının önünde bir siper ve küçücük bir esintiye hasret kaldığımız yaz gecelerinde bir yelpaze.” 

 

Şizofreni kutu adamın asıl memleketi. Vinil perdesinden kendi replikalarını gözetleyen özel bir sapık bile diyebiliriz. Bir kadının soyunmasını da izlerken bir başkasının onu izlerken gözetlediğinden de emin. Romanda bütün olay kutunun içinde dönse de, orası aslında bir labirent, geçirgen bir doku, nefes alan bir ten. Tıpkı sürüngenlerinki gibi. “Ne kadar çabalarsan çabala, labirentte yeni geçitler yarat, bedenden büyüyen başka bir ten gibi kendi içinde yeniden düzenlenerek bütün sistemi daha karmaşık hale getir.” Yayoi Kusama'nın "Infinity Mirror Rooms" enstelasyonlarını çağrıştıyor, aynada yansıyan ışıklarla bölmesini, başını sonunu anlayamadığımız ve kalıcı bir baş dönmesi hissi yaratan, yerleşemediğiniz, orada olmadığınız bir oda. 

 

 

Kutu Adam’ın varlığına ilişkin en üzücü gerçeklik “su geçirmez oda”, bunu kimliksiz olmaktan tatmin olmadığında sırtına geçiriveriyor. Kutunun içindeki duvarlara kendi icat ettiği geçmişi, şimdiyi ve henüz olmadığı halde olmuş gibi andığı geleceği karalıyor. Tamamen ironisiz bir şekilde kendi içine kıvrılıyor ve birçok kimliği olan bir varlık haline geliyor. Beyninde çarpışan kimlikler ve bilinçli bir kimliksizlik çabası, gözetleme deliğinden gördüğü dünya ile sürekli kavga ve özlem ilişkisi içinde kıvranıyor. Ve bu yüzden de bir tür felç halinde sürekli seyahat etmek zorunda; kalbinin yön bulma duygusunun felçli hali kronik şikayeti. 

 

Bu yazıya ilk yorumu siz yazın.