Kusurlu Bahçemde Kendime Mesafem Yahut Belge Kurguya Karşı

Kusurlu Bahçemde Kendime Mesafem Yahut Belge Kurguya Karşı


Son zamanlarda duymayı sevmediğim cümleler genelde “Günümüzde her şeyin dijitalleşmeye başladığı’’, “İnternette gördüm...” şeklinde başlıyor. Evet, ne yapalım ki büyük kırılmalar yaşanan ve kabul ediyorum ki çok hızlı koşan bir sürecin içindeyiz. Dünyanın bile daha hızlı dönmeye karar verdiği bu zamanda, tamam yine kabul ediyorum ki her şeyi izliyoruz. İzlemekle öğreniyoruz, öğrendiğimizi varsayıyoruz. Hikayeler, sorunlar, çözümler her şey o büyülü kelimenin içinde saklı; “DİJİTAL”. Peki ben penceremin arkasına saklanmış vaziyette, bu büyüye elemterefiş nazarıyla bakarken; hikaye anlatıcılarının, yazarların, yönetmenlerin, müzik üreticilerinin veya ressamların “içerisi” ne alemde akıyor? Herhalde bunun okumasını da yine o büyülü kelimenin imkanları dahilinde bir sıkışmışlıkta arıyoruz. “Aç Netflix’i gözümüz sanat yönetimi görsün”, “bas Tiktok’a günümüz şenlensin”, “Şurada dünden kalmış kuru kirli tabakları yerleştirirken bi’ podcast açayım da öğrendiklerimi bir yerlerde satacak fırsat illa geçer elime. Zaten bu kafeleri de yavaştan açmaya başlayacaklar”...

 

daire.iki’ de kullanmayı sevdiğimiz bir kelime var. ‘’Dünyacığımız’’. Ben bu karmaşanın içinde, üstünde tepinenlerin aksine dünyanın insana karşı tutumunu yine de kalbî buluyorum. Genelde bir şey üretmek için elime (hala) ısrarla bir kalem aldığımda -bu bir nostalji güzellemesi değildir- ya da bitmeyeceğini bildiğim tamamlanma yolculuğuma yakınlaşmak istediğimde; elimin altındaki kitaba dokunduğumda, kaçtığım bir şeyler olduğunu hissediyorum. Binlerce veri, yüzlerce hikaye. Ve hemen ardından aslında kendi biricik hikayemizle aramızda oluşan o mesafe. Peki şimdi bu mesafe beni rahatsız etmeye başladıysa, üretilenle aramıza giren mesafenin en azından daha gerçeğe yakın olduğunu hissettiğim o zamanlarda, ürün ile aramızdaki bağ nasıldı? Şimdi ben sizinle, böylesine paralize bir evrene geçişimizin evvelindeki bir hikaye anlatıcılığına gitmek istiyorum.

 

Ben bu karmaşanın içinde, üstünde tepinenlerin aksine dünyanın insana karşı tutumunu yine de kalbî buluyorum.

 

Kurguyu Spontana Yakınlaştırmak 

Kurgu filmlerde yönetmenin karakterlerle kurduğu ilişki senaryo aşamasında şekillenirken, bu; belgesel filmlerde yerini tamamen yenileyici, tempolu ve değişken bir ilişkiye bırakır. Kurgulanmış senaryolarda prodüksiyonun kabiliyeti ile orantılı olarak moodboardlardan, storyboardlardan ibaret ve bir anlamda anlatılmak istenenin -hapsine- zincirlenmiş bir anlatım, yerini belgeselde tamamen “şansa” ve “zaman”a bırakır. Olasılıklara ve en önemlisi de sürprizlere kucak açar. Bu bakış açısıyla karşılaştıracağımız “Grey Gardens” ve “Bombay Beach” filmlerinde de gördüğümüz gibi, bu değişken yapı filmin lezzetini ve atmosferini tamamen etkiler. Yönetmen, bir anlamda çektiği belgesel sürecinde kendi belgesini de deneyimler.

 

Seyirci filmi izlerken, izlediği şeye bağlanmasına vesile olan çatışmaları, birkaç özellikte hiçbir hikaye gerektirmeden yaşar. Bunlardan biri yaşlı karakterler, biri çocuk karakterler, biri de engelli karakterlerdir. Tüm bu özelliklere sahip olan karakterleri bünyesinde barındıran film, seyircisine bu duygusal bağı hiç rahatsız etmeden verir. Bunda en büyük paya sahip olan ise hiç şüphe yok yönetmen Alma Har’el’dir.

 

“Bombay Beach” kadın imzası taşıyan ve hikayelerinin çıplaklığıyla seyircisini tokatlamaktan çekinmeyen türden bir ürün. Belgeselde yönetmen ve karakterler arasındaki ilişki, gözlemlediğimiz kadarıyla bir süre sonra yakınlaşır ve bu da filme bambaşka bir duygu katar. Yönetmenin sahip olduğu müzik video altyapısı ise filmdeki en önemli imzadır. Genellikle kadın yönetmen filmlerinde hissettiğimiz estetik geçişler, bu filmi diğer filmlerden başka bir boyuta taşır. Kullanılan mekanın, görsel olarak hiçbir yere ait olmayışı, seyirciyi filme bağlar. Müzik videoyla desteklenen belgeselde ortaya çıkan iş, yönetmenin bir filmi olmaktansa, yönetmenin karakterleriyle ortak bir çalışması haline gelir. Seçtiği üç baş karakterin hiçbir yerde ve aslında her yerde kesişen rolleriyse, filmin omurgasını oluşturur.

 

   

Yönetmenin bu baş karakterlerin tam da hayatlarının içine yerleştirdiği hayvan portreleri,  filmin diğer karakterleridir. Standart bir insan hayatının içinde var olmayı istese de başaramayan, başarsa bile hayatında olduğu insanın “sınırlarını” geçemeyen bu canlılar, filmde çok büyük bir pay sahibidir. Kimsenin hayalini süslemeyecek kadar bakımsız sahile vuran ölü balıklar, Benny’nin (küçük erkek çocuk protagonist) hayallerinde yer bulur. Üstelik Benny, aynı zamanda filmdeki protagonistlerin en küçüğü olmasına rağmen en vurucu hikayeye sahip olanıdır.

 

Hikaye, düşler ülkesi Amerika’nın en zor ve en yaşanmak istemeyen bölgesinde geçer. Bildiğimiz ve izlemeye alışık olduğumuzun aksine. Hayata tutunma çabalarını izlediğimiz bu üç protagonistin belgeselinde beni tek rahatsız eden şey oldukça ünik bir kurgu tekniğiyle oluşturulmuş olsa da karakterler ve yönetmenin umut dolu finali. Yönetmenin, karakteriyle arasında oluşturduğu bağın tek falsosu, bu hikayelerin mutsuz bitmesine izin vermemesidir sanki. Halbuki belgeliyorsak ve işimiz temsilden en uzak gerçeğe en yakın ise; bu son gerçeğe ne kadar yakındır? Kaç hikaye mutlu sonla biter? Ve en önemlisi de mutlu son var mıdır? sorusudur belki de.

 

Yakından, Çok Yakından

Gelelim “Grey Gardens”a. Birçoğunuz bilir, bu kült belgesel arkasından en meşhur Hollywood yıldızlarından Drew Barrymore ile çekilmiş bir remake’e sahiptir. Bu da bize kurgu ve dokümenter arasında yapılabilecek en temel “temsil” sorgulamalarının yolunu açar. Grey Gardens’ın belgesel versiyonunda ilişkinin balansını yönetmen tamamen karakterlerine bırakmış durumdadır. Sınırlarını iki kadın protagonistin belirlediği bu ilginç denklemde, hikayenin gidişatı dakikalar geçtikçe daha sıcak bir ilişkiye evrilir. Zamanla evinin kapısından fazlasını yönetmene açan “Little Edie” karakteri filmin en önemli yapı taşı görevindedir. Bombay Beach filminde yönetmenin isteğiyle ortak bir projeye dönüşen film, burada tam tersi olarak örneklenir. Bir süre sonra karakterlerin kendi filmini çekmeye başladığı Grey Gardens’ta ipler tamamen karakterlerin elindedir. Bu dominant tavır ise seyircisine de başka türden bir deneyim yaşatır. Grey Gardens’ı izlerken yaşanan en temel hoşnutluk sebeplerinden biri de zaten kameranın, yönetmenin ve ahvalin tavrının yanında, karakterlerin, kendi hikayelerine olan bu denli ürkütücü yakınlıklarıdır.

Moda otoritelerini bile derinden etkilemiş olan bu anne-kız hikayesi aslında seyircisine önce kendi hayatıyla olan mesafesini, sonra da yazmaya çalıştığı hikayenin uzaklığını sorgulatır.

 

Uzun zamandır yeni hiçbir şey izleyemiyorum. Günümüzde, üreticilerin anlattıkları hikayelerine olan bu mesafesi, beni bir tüketici olarak gerçekten zorluyor. Kendi hikayemizi yazmakta, çekmekte ve oynamaktayken, dijital çağımızın üretimlerindeki bu çiğ ve yavan tavrı, galiba dünyacığımızın bonkör kucağına yakıştırmıyorum. Sormaya devam ediyorum. Hikayeme ne kadar yakınım? Kendi bahçeme bakarken çiçeklerden başka gördüğüm hiç mi bir şey yok? Bu tezek kokusu, toprağın altındaki böcekler, az önce ortadan ikiye böldüğüm ve yaşamaya devam edişini büyük bir hayretle izlemeye devam ettiğim, üstelik bundan ilginç bir haz duyduğum solucanın bu bahçedeki gülden farkı ne? Burnuma gelen sadece kapının üzerine sarmalanmış yasemin mi? Bu gece ölmek istemediğim kesin. Fonda Vincent Delerm’den “Je Ne Veux Pas Mourir Ce Soir’’ çalarken, yazıyı yazmaya başladığımda elimden bıraktığım orağı tekrar elime alıyorum.

   

Bu yazıya ilk yorumu siz yazın.