Hepimiz Biraz Edward Hopper Tablolarına Sıkışmış Değil Miyiz?

Hepimiz Biraz Edward Hopper Tablolarına Sıkışmış Değil Miyiz?


 

Şehirler daha önce alışık olmadığımız kadar terkedilmiş pozlar veriyor. Modern hayatın bir yandan arzusu diğer yandan en büyük arzusu bu yalnızlık. Şehrin kalabalığı, medyanın kalabalığı ve etrafımıza baktıkça karşılaştığımız yalnızlık hissiyle modern hayatın kısa bir panaromasını yapmış olan Edward Hopper bu dönemi anlatan en ünlü ressamlardan. Şimdi sosyal medyada koronavirüs izolasyonunun simgesi haline gelmiş durumda.

 

 

Hopper’ın tablolarını özetleyecek kavram belki de izolasyon. Amerikalı ressam modern hayatın getirdiği yabancılaşma, yalnızlık, soyutlanma hissi ve izolasyonu o kadar iyi yansıtıyor ki gönüllü veya zorunlu karantinada olduğumuz şu olağanüstü günlerde modern hayat falan vız gelip tırıs gidiyor. O sevmediğimiz kalabalıklardan, anlamsız bulduğumuz arkadaş toplantılarından, pazartesi sabahını testereyle etimiz kesiyorlarmış gibi bir işkenceye dönüştüren planlama toplantılarından ve aile buluşmalarından bile hasretle söz ediyoruz artık. Bu nedenle, Hopper’ın bir alegori olarak kullandığı yalnızlık bizler için ete kemiğe bürünmüş, en yakın dostumuz olmuş yanı başımızdan hiç ayrılmıyor.

 

 

İşi biraz ciddiye alalım derseniz, Covid-19’un hayatımıza getirdiği şey yalnızlıkla birlikte büyük bir gelecek endişesi. Bir yandan da yalnızlığın eşlik ettiği bir dolu sosyal sorun olacak. Doğrudan insan temasından korktuğumuz, yakınlarımıza sarılamadığımız şu günlerde belki de bir tortu gibi kalıcı hasarlar biriktiriyoruz. En azından, Hopper bize insan temasından yoksun kalmanın -tercih ettiğimiz insanların temasından da diyebiliriz- katastrofik sonuçlarını gösteriyor.

 

 

1882 yılında New York eyaletinde doğan Hopper, 1920’lerde yani 40’lı yaşlarında F. Scott Fitzgerald’ın jazz partilerine dışardan bakan insanı resmetmiş gibidir. Hani o hayatı boyunca hiç partiye davet edilmemiş, ama partilerin fotoğraflarına sürekli maruz kalan modern insanın.

 

 

 

Çünkü Hopper için modern hayat hiç de dost canlısı değildi. Bazı ruhların izole olması için pandemiye gerek yoktu. Cam kaplı kocaman plaza duvarları, herkesin kendi dünyasına gömüldüğü küçük odalı apartman daireleri, hiçliğin ortasındaki benzin istasyonları Hopper resminin temaları arasında, yani modern hayatı yaşayan insanların alışık olduğu görüntüler ve imgeler. Hopper resminde yer alan bu imgeler koronavirüsün yol açtığı zorunlu izolasyon öcnesinde birçoğumuzun huzur veya mutluluk olarak adlandırabileceği durumları da içeriyordu, aslında yalnızlık hem kaçındığımız hem de hasret kaldığımız bir deneyime dönüşmüştü. Şimdi, dünya ile birlikte yeniden bakıyoruz yalnızlığa ve birlikte olacağımız insanları seçme hakkımıza…

 

 

Eskiden yalnızlık sanatsal anlamda kutsanırdı. “Aziz Jerome Çalışma Odasında” temasıyla tekrar tekrar üretilen imgede Aziz Jerome kitapların arasında iyi döşenmiş bir çalışma odasında masasında resmedilir, yanında da türlü hayvanlarla birlikte mutlaka evcil aslanı vardır. Başka bir açıdan, Caspar David Friedrich’in Bulutlar Üzerinde Yolculuk isimli tablosu doğanın mucizevi güzelliği karşısında azametli bir yalnızlık arayan adama övgüdür. Evet durduğu yer korkunç, ama orada olabildiğine mutlu…

 

 

Bir gece önce cama çıkıp sağlık çalışanlarını çılgınca alkışlayan herkes veya her gece minarelerden yükselen selalardan etkilenen herkes bu resimlerde kendinden bir şey bulur elbette. Çünkü yaşadığımız durumu anlatacak görsel bir dile, imgeleştirmeye ve bu nedenle de yalnızlığımızın üstesinden gelmeye ihtiyacımız var. Koronavirüs’ün bize yaşattığı iki duydu, kaygı ve özlem yalnızlıkla buluşuyor hep. Televizyon ekranlarından, web sitelerinden, sosyal medyadan birlik, beraberlik, millet olma hali veya insan ırkına güzellemeler görüyoruz ama içten içe hayatımızın bundan sonra bir Edward Hopper resmine dönüşeceğini biliyoruz. Bundan sonra, eskisi gibi sosyalleşebilecek miyiz bilmiyoruz. "Kalabalık ve buluşmalar" artık bir hayalet gibi risk kelimesini yanında taşıyor olacak çünkü. Dağarcığımızda öylece duran “bulaşma” ve “hastalık” kelimeleri gölgesinde bir ölümle birlikte eşlik edecek belki toplumsal hayatımıza.

 

Çünkü, artık hepimiz terk edildik. “Baba, bizi neden terk ettin” diye çığlık atamayacak kadar da şaşkınız üstelik. Hopper sahneleri gibi, terk edilmiş bir sinemada yalnız bir kadın, bir apartman dairesinde tek başına bir adam, restoranda birbirinden olabildiğince uzak oturmuş insanlardan oluşan bir dünyaya hazır mıyız?

Hepimiz Biraz Edward Hopper Tablolarına Sıkışmış Değil Miyiz?
Hepimiz Biraz Edward Hopper Tablolarına Sıkışmış Değil Miyiz?

Bu yazıya ilk yorumu siz yazın.