Ünlü Alman filozof Martin Heidegger, 1922 yılında, Kara Orman Dağları’na kendisi için bir inziva mekânı inşa etti. Verandası, odaları, bacası, bahçenin hemen yanındaki pınar... Ona göre, teknolojiden uzak böylesi bir taşra yaşamı insanı varlık olgusuna yaklaştıracak yegâne ihtiyaçtı. Ancak onun bahsettiği şey, hippilerin zihninde olanla aynı değildi. Yani hiçbir zaman medeniyetten uzaklaşmayı düşünmedi. Onun temel meselesi bir anlam kaynağı bulmaktı. Dünyevi, cüzi meselelerden uzaklaşmak, varlığıyla yüzleşmek istiyordu. Kara Orman’ın ağaçları arasındaki bu küçük evin dört duvarı ona bunu verdi.
20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden Martin Heidegger’in Kara Orman dağlarındaki küçük kulübesi, onlarca yıldır felsefecilerin ve mimarların üzerine düşündüğü, merak uyandıran bir mesele. Çünkü Heidegger’in naif evi sadece kendisini değil, onun deneyimini gözlemlemeye çalışanları da kendini varlığıyla yüzleştirebilir. Bu yüzleşmenin gerçekleşmesi için mekânın sadece lokasyondan ibaret olmadığını anlamak gerekiyor.
Düşünür bu dağ evine “die hütte”, yani kulübe der. Tamamen kendisinin içinde çalışabilmesi üzerine tasarlanmıştır. Heidegger de kariyeri boyunca, fırsat buldukça bu kulübeye gelip, çalışmalarını buradan sürdürür. Ama burası onun için sadece bir kır manzarası da olmaz. Manzaranın, tabiatın değişimi onun düşünceleriyle daha rahat bağ kurmasına neden olur. Mevsimleri, gece ve gündüzün gelişini deneyimler. Kendi çabasıyla oluşturduğu bu taşrada varlık olgusuyla karşılaşır.
Romantikleştirilen Taşra Yaşamı
Düşünür, 1933’de Almanya’da Nazileri iktidara taşıyan düşüncenin yanında yer alıyordu. Nazi Partisi üyesi olarak, Freiburg Üniversitesi’nde rektör olarak görev yaptı. Bunun gibi nedenler dolayısıyla kimilerince ünü her alanda netameli hale geldi. Üstünde durduğu, romantikleştirdiği kırsal ve düşük teknolojili yaşam ısrarı onun en dikkat çekici yazılarını beraberinde getirdi. Ona göre kulübesi, kutsal bir güzelliğe sahip olan kır manzarasında duruyordu: “Kulübeye gidiyorum ve dağların sert havasından alacağım için seviniyorum. (...) Yükseklerde fırtınalar esiyor, kulübede tahtalar çatırdıyor, burada yaşam, bütün saflığı, yalınlığı ve büyüklüğüyle ruhun önüne seriliyor.”
Dünyanın üzerine en çok düşündüğü evlerinden biri olan bu kulübeyle ilgili bilgiler hayli az. Ancak bilindiği kadarıyla arazi çok ucuza alınır. İnşaatı filozofun eşi yönetir. Heidegger ise sadece süreçle ilgilenir. Bir mimarın çalışmaya dahil olup olmadığı da belirsizdir. Tamamen ahşap olan kulübede filozof genellikle yalnız başına kalır, az da olsa misafirlerini ağırlar.
Issızlıkla Karşılaşma
Heidegger için kulübeye dair düşüncelerin her şeyden öte manevi bir yönü vardır. Belki de tam bu nedenle mektuplarında şehirdeki yaşamından "aşağısı" , kulübe için ise "yukarısı" tabirlerini kullanır. Hatta, kulübedeki yaşamını bırakmak istemediği için Berlin’deki felsefe kürsüsü teklifini reddeder. Onun için asıl tartışma, insanların "aşağıda" yani akademide yaptıkları tartışmalar değildir. Asıl tartışma "kendi aklı, dili ile bölgenin zorlu fiziksel koşulları ve ikliminin bir ıssızlıkla karşılaşmasıdır". Gerçek anlamı bu ortaya çıkaracaktır.
Heidegger, bize bir mekânın sadece lokasyon olarak yorumlanamayacağını ve doğru alanların, insanı kendi özünü anlamaya götüreceğini söyler. Bu nedenle düşünür sadece filozoflar ve felsefe öğrencileri için değil, doğru alan tasarlamaya çalışan mimarlar için de hayli önemlidir. Onun üzerine düşündüğü mesele “inşa etmek, oturmak ve düşünmek”tir. Geliştirdiği düşünceler modern mimarlığı derinden etkiler.
İnsan ve Yer Arasındaki İlişki
“Şehirliler çoğu zaman, dağların arasındaki köylülerin uzun, tekdüze yalnız olma durumuna hayret ederler. Oysa bu yalnız olma değil, tek başınalıktır. Gerçi insan büyük şehirlerde de neredeyse başka hiçbir yerde olamayacak kadar kolaylıkla yalnızlığa düşebilir. Ancak insan orada asla tek başına olamaz. Çünkü tek başınalık bizi tecrit eden değil, aksine bütün varoluşumuzun, bütün şeylerin özünün geniş yakınlığının içine doğru açılmasını sağlayan kendine özgü güçtür.”
Heidegger, taşradaki yaşamı ve üniversitede devam eden görevi arasında mekik dokurken, mekanla ilgili düşüncelerini bir radyo programında bu cümlelerle anlatmıştı. Yakaladığı yalnızlık ona dünyanın hala tartıştığı makaleleri yazdırdı. Mekân üzerine düşünen filozofun fikir pratiğinin tümü, hatta özellikle son dönemde yazdığı esrarengiz metinleri bile kulübede şekillenir. Filozof için burası bir "diyalog partneri"dir. Modern dünyadan, teknolojinin her türlü imkanından uzaktır. Su yoktur. Odunları kesmesi gerekmektedir. Yemek hazırlamak şehirdeki hayatından çok daha güçtür. Ama onun aradığı da budur. Çünkü tüm bu zorlukların yanında kulübe Heidegger’e düşünmek ve üretmek için fırsatlar sağlar. Bu fırsatları kullanmak için kulübesinde inzivaya çekilerek yaşam koşulları üzerine düşünceler geliştirir.
Kulübe ona göre kutsal bir güzelliğe sahiptir. Sağladığı koşullarla da doğru düşünmeye ulaşılabilir. Doğru düşünme varlık olgusu ve onun izleriyle uyumludur. Kendi gölgemiz, tepelerin uzaktan görünüşü, kuş cıvıltıları veya ırmağın şırıltısı bize kendi ‘mucizevi’ varlığımızı hatırlatır. Bu anımsamalar yani izler ortaya çıktığında ise bir soluklanma yaşarız. İşte bu soluklanma anları insanın cuzi meseleleri aşmasını sağlayacaktır. 1934’te tüm bu fikirlerini önemli bir makalede toplar: İnşa Etme Oturma Düşünme. Modern gelişmelerin bu kavramların arasına girmiş olduğunu söyler. Ona göre olması gereken ve eskiden olan, yani varoluşun muazzamlığı, bu üç kelime arasında kurulan ilişkiyle ortaya çıkabilir. Biz bunu, ideal kulübede, yani filozofun yaşamında somutlaşmış biçimde görebiliriz. O halde Heidegger’le yüzleşmeli: Bir ev sadece bir ev değildir.