Eski Kız Arkadaşın Kafayı Yemiş Ama Sor Bir Neden

Eski Kız Arkadaşın Kafayı Yemiş Ama Sor Bir Neden


—————- Ufak Tefek Spoiler İçerir————

Harward mezunu, zeki, çok kazanan 30’lu yaşlarının başında New Yorklu Yahudi bir kadın avukat.  İlk bölümde eski -ama gerçekten eski, lise yıllarından ve üstelik sadece bir kaç ay tanıdığı- erkek arkadaşıyla karşılaşınca sahip olduğu her şeyi bırakarak onun peşine düşüp  Kalifornia’nın West Covina adlı küçük bir kasabasına taşınacak kadar “crazy” bir avukat.

Bu karanlık, eğlenceli ve komik müzikal dizisi ilk bakışta “değişik” görünebilir. Yıllar önce tanıdığı bir adamın peşinde ülkenin öbür ucuna taşınan bir kadın, üstelik şarkı söylüyor. Fakat dizi, satirik komedinin en başarılı hallerinden birisi, feminizmden güncel yaşamın basit meselelerine üst üste bindirmekte hiç zorlanmadığı konuları güle oynaya önümüze getiriyor, müziğin her tonunu ve janrını lezzetli bir biçimde kullanarak üstelik. Amerikan dizileri sayesinde gerçek hayatta kanlı canlı gördüğümüzün herhalde 500 katı avukat gördük. Ülkenin yarısından fazlası avukat gibi görünüyor dizilere bakarsak. Ya da devletin temeli olan adalet ve hukuk vurgusu televizyonlarda kana cana bürünüyor. Hangisini seçerseniz. Cnbc-e zamanı Ally McBeal ile başladığımız başrolü kadın avukat olan genre’a doydum zannedebilirsiniz ama Crazy Ex Grilfriend bu klişeden daha fazlası. Diziyi bitirdiğinizde anlıyorsunuz ki aslında başından itibaren, ciddi kişilik bozukluğu olan bir kadının aşklarını ve arkadaşlıklarını izlerken adım adım ahlakı ve özgür iradeyi oluşturan şeyler ve modern zamanların psikoloji tanrısı üzerine de düşünmüşüz.

Dizi yapısı gereği feminist. Hayır dizideki bütün karakterler feminist değil. Düşmüş ve sonra ayağa kalkmış zavallı bir kadının zümrüdü anka gibi küllerinden zarifçe doğuşunu falan görmüyoruz. Crazy Ex Girlfriend, kadınlara genellikle yakıştıran “dürtüsel” (ya da crazy) gibi kavramların kendiliğinden cinsiyetçi olmasından başlayarak kadınların gündelik hayatın içine  tırnaklarını geçirmiş olan küçük sorunlarını çok eğlenceli bir şekilde ele alıyor. Erkek arkadaşı olan Josh Chan’ın peşine düşen Rebecca’nın yanısıra üç muhteşem kadın kahraman var, Paula, Heather ve Valencia. Her bir kadın hem seviliyor, hem nefret ediliyor dizi boyunca, zaten dizinin hem (Aline Brosh McKenna ile birlikte) senaryosunu yazan hem başrolü üstlenen Rachel Bloom’un vurguladığı bir şey bu; kimse siyah beyaz değil. Hayatın keskin çizgileri yok. Bu belirsiz çizgiler arasında gidip gelen bir kadının borderline kişilik bozukluğu tanısına ve devamında başına gelen olaylara uzanan hikayesini izliyoruz.

 

Dizinin en zengin yanı dizideki yan karakterlerin hepsinin zamanla derinleşen hikayeleri. Paula tam bir anti-kahraman. Keşke benim arkadaşım olsa diyebileceğiniz bir kadın. Anne. Avukat olmaya çalışan bir asistan. Anneliğiyle tanımlanmayan özgün dizi karakterlerinden birisi Paula. Aşık oluyor, aldatılıyor, yanılıyor, çocuklarını ihmal edebiliyor ama Rebecca ile tanışmadan önce yaşadığı sıkıntıyı artık taşımıyor. Rebecca ve Paula’nın hikayesinde arkadaşlık hesabına birbirine destek olmadan ihtiyaç duyulduğunda ahlaki pusula sunma gibi önemli başlıklar var.

 

Bu satirik komedinin en eğlenceli yanı müzikal olması. Yani, bordeline kişilik bozukluğu yaşayan, anksiyete ve özgüven sorunları olan bir kadının yaşadığı irili ufaklı krizleri ifade etmesinin daha iyi bir yolu yoktur herhalde. Dizide kim şarkı söylese söylesin onları Rebecca’nın gözünden görüyoruz, bir bakıma Rebecca’nın darmadağınık olmuş ruh halinin bir yansıması şarkılar. Bazıları feminist bir marş, üstelik erkeklerin diliyle de patriarkanın mitleri parça pinçik ediliyor bazen. Bunun dışında gündelik yaşamın içine sinmiş meselelerle ilgili şarkılar da var, dilinize takılacak olanlar da. Dizi müzikleri üzerine söylenecek daha binlerce şey olabilir belki. Ama en öne çıkanı, şarkılar için seçilen janr ile durumun uygunluğu. Mesela düğün sabahı bir kadının ruh halini trash metal, kaslı erkeklerin üzüntüsünü club müzikten çok iyi yansıtıyor. Josh ve Rebecca’nın romansını anlatan R&B sahneleri Greg ve Rebecca’nın eski moda ilişkisi için seçilen Blues-Jazz türleri şarkılar ve ilişkiler üzerine gösterdiğinden çok şey söylüyor. Mesela:

 

Dizi boyunca dört erkekle ilişkisini izliyoruz Rebecca’nın. İşsiz güçsüz çocuk-erkek; duygusal, sorumluluk sahibi aklı başında fakir kahraman; psikopat stalker ve yakışıklı zengin duygusuz avukat. Dizinin üzerine inşa edildiği Josh obsesiyonu Rebecca’nın karakter gelişiminde önem taşısa da her erkeğin onu biraz daha şekillendirdiğini, bir taraftan da yaşadığı kişilik bozukluğunun semptomlarını da kötüleştirdiğini görüyoruz. Neler oluyor burada? Biz kendimizi erkeklerle ilişkimiz içinde tanımlamaya, onlara göre yaşamaya çok mu meraklıyız acaba? Yoksa yaşadığımız duyguları bir aşk ilişkisi  içinde anlamlandırmaya mı kodlanmışız? Rachel Bloom hepsini hissettiğimiz anlara odaklanmayı sevdiğini söylüyor, hem kahraman hem kötü insan olduğumuz anları. Ama bu bir kişilik bozukluğu ile zirve yapan git gel hali Rebecca’nın aslında etrafını bir pamuk gibi sarıp sarmalayan arkadaşlık ilişkisi sayesinde büyük bir krize yol açmıyor, son sezonun sonlarına kadar. Bu arkadaşlık bulutu Rebecca’nın ahlaki olarak yaptıklarının sonuçlarıyla yüzleşmesini de geciktiriyor. Kız arkadaşlarımızla ilişkilerimizde çok sevdiğimiz müdahale hali Paula’da cisimleşiyor adeta, Rebecca için suça bile karışmaktan çekinmeyen “gerçek bir dost”. Halbuki, bir an geliyor, Paula’nın kendi hayatı için istediği, çaba harcadığı şeyle Rebecca’nın bitimsiz ihtiyaçları çelişiyor. Herkes kendi matematiğini yapıyor bu noktada.

Bir hastalık, grip gibi ya da safra kesesi taşı gibi sahip olduğumuz bir şeydir. Vücut virüsü yener, iltihap için ilaç kullanırız veya safra kesesi alınır. Ama “çoklu kişilik bozukluğu” sahip olduğunuz bir şey değil, kişiliğinizin bildiğiniz ya da bilmediğiniz her alanına sızmış bir şey. Kim olduğunuzu belirleyen şeylerden birisi. Rebecca’nın kendisine teşhis konulduğunda yaşadığı sarsıntı da buradan başlıyordu, eğer benim tıbbi olarak bir tür kişilik bozukluğum varsa, ben kimim? Bozuk bir mal mı? İhraç fazlası defolu ürün mü? Üçüncü sezonun ilk yarısından itibaren aslında başından beri sorumlulukla olan ilişkisinin ne kadar problemli olduğunu görürüz Rebecca’nın. Daha ilk bölümde Josh’u işaret edecek şekilde kendiliğinden aşağı dönen billboard oku gibi, hayatındaki hemen her olay veya kişi (tabii ki bencil ve aşırı eleştiren annesi dahil) onun davranışlarını yönlendirmekle kalmamış, yaptığı her şeyin sebebi olmuş. Peki Rebecca hastaysa, nasıl davrandığını kontrol edemiyorsa, sorumluluk kimde? Onu temel sevgi ve ilgiden dahi mahrum ederek yetiştiren annesinde mi? Depresyon ve anksiyeteye yatkın genleri mi? Yoksa ataları mı?

 

Acaba biz kadınlar da bazen başımıza gelenlerle ilgili o bizi biz yapan bir hastalıkmış gibi mi davranıyoruz? Hani belli duruma karşılık geliştirdiğimiz davranış kalıpları var ya, sorumluluğu başkasına atmanın rahatlığı. Kavga etmemek için kocamıza yalan söylememiz gibi mesela. Beyaz yalan denen şeyler bizim için davranışların sorumluluğundan kaçtığımız bir tavşan deliğine mi dönüşüyor? Rebecca dördüncü sezonun sonunda kim olduğuyla, hatalarıyla ve aslında hastalığıyla yüzleşiyor. Hatta bu yüzleşme onun için bir kişilik meselesine dönüşüyor çünkü hayatı boyunca asla yüzleşmediği, annesinin hayatını mahvetmekten sürekli korumasıyla sonuçlarını görmediği şeyler artık Rebecca’yı rahat bırakamayacak kadar çok birikmiş durumda. Son zamanlarda psikolojik olarak da bizi davranışlarımızın da duygularımızın da sorumluluğunu almaktan koruyan ne kadar çok bahane birikti değil mi? Halbuki, kim olduğumuza karar veremeyecek olsak yaşamın da hesap gününün de anlamı olur mu?

Bu yazıya ilk yorumu siz yazın.