Ne zaman Meşher’de açılan yeni bir sergiye gidecek olsam içeri girmeden ilk önce İstiklal Caddesi üzerindeki cam vitrine bir göz atarım. Burası içerde ne ile karşılaşacağıma dair ipuçları verir. İçeriğin ve içerdekinin cezbedici bir şekilde yansıdığı yerdir. Şaşırtmaz. Bu sefer sarı boyanmış arka planın üstünde motosikletiyle havai ve havalı görünen birinin fotoğrafı, onun önünde kocaman bir motosiklet ve yanında bir yağmur botu, birkaçda kişisel eşyası duruyor. Camda ise “John Craxton: Işığın Peşinde” yazısı.
“Ressam abi hayli aykırı bir kişilik ve belli ki hazzın peşinden gitmiş” diye geçiriyorum içimden. Basın toplantısına geçince ressamın arkadaşı ve serginin küratörü Ian Collins sözlerine şöyle başlıyor: “Britanyalı ressam ve tasarımcı John Craxton (1922-2009) kafasına buyruk, hedonist bir hayat sürdü. Olağanüstü yetenekli, olağandışı şanslıydı. Keyfin resmini çizip keyif içinde yaşayan cesur bir ressamdı.”
Kafasına buyruk çocuk John; Londralı geniş, bohem ve müzisyen ailede doğar. Herkesin hayalinde olan ebeveynlere sahiptir; kararlarına karışmazlar, ne yaparsan yap, en iyisini yap desteğinde bulunurlar. Örgün eğitimini hiçbir yeterliliğe sahip olmadan yarıda bırakır. Çok sevdiği motosiklet ehliyeti sınavı dışında hayatı boyunca hiç sınava girmez. 17 yaşında Paris'e yollarlar, resim çalışmalarına orada devam eder. Yaklaşan İkinci Dünya Savaşı sebebiyle Londra'ya döner ve sanatı bu kapana sıkışmışlığı yansıtmaya başlar. Tekinsiz yerlerdeki yalnız figürler, bir bakıma sanatçının otoportreleri. Tüberküloza yakalanır. Sıcak ve kuru bir iklime daha çok ihtiyacı vardır. Bitap bir halde Ege’ye kaçma arzusu içindeyken, bir yandan da arkadaşları ve hamileriyle hayatın tadını çıkarır. 19 yaşında ressam Lucian Freud’la yan yana stüdyolara yerleşir. Tüm masrafları İngiliz tarihçi yazar Peter Watson tarafından karşılanır. İki arkadaş ürettiği eserlerle karanlık ve melankolik Neo-Romantik sanatın yüzü haline gelirler. Fakat tüm etiketlerden nefret ettiklerinden, sanatta da hayatta da her tür geleneği reddederler.
Her daim Ege’de yaşamaya ve çalışmaya can atan John’un tabii ki hayatın tüm lütufları yine önüne serilir. Mayıs 1946’da Yunanistan’daki İngiltere büyükelçisinin eşiyle, ödünç bir bombardıman uçağına atlayıp Atina’ya gelir. Artık tüm o hastalıkları ve içebakışı, güneş altındaki bu duyusal hayatla birlikte yok olur. Sanatı karanlıktan aydınlığa çıkar, tek renkten parlak renklere geçer. Sergiyi gezerken açık, parlak, canlı renklerin kullanıldığı resimler bilin ki Ege'de çizilmiş. Koyu yerlerde anlayın ki John Ege’de değil. Knossos’u görmek ve ressam El Greco’nun doğduğu yeri keşfetmek için Girit'e gider. Kırsal yaşamda Homeros’tan beri değişmeden süregelen mitlerin tadına varır. Birçok ünlü arkadaşı olur, fakat o gündelik hayatta hiç tanımadığı kişileri çizmeyi tercih eder. Yolu 1949’da ilk kez İstanbul’a düşer. Ayasofya’daki mozaikler, Bizans sanatına duyduğu sevgiyi ateşler. Motoruyla Truva’dan İzmir’e, Efes’e kadar Ege kıyılarını gezer. En büyük sanatçı dostu ve destekçisi Yunan kübizm sanatının öncülerinden Niko Ghika’dır. 1960 yılında Hanya’da bulunan Venedik-Osmanlı mirası bir eve taşınıp kalıcı olarak Girit'e yerleşinceye kadar, Ghika’nın Hydra’daki köşkünde kalır. Burada Leonard Cohen ile tanışır. Hanya’daki evindeki ilk gecesinde Winston Churchill, balerin Margot Fonteyn ve iş adamı Aristotle Onassis’i ağırlar. Mihalis Kakoyannis’in filmi Zorba için çekim yerleri bulur. Muazzam cesareti ya da umursamazlığı yüzünden diyelim sürekli başı belaya girer. Yunanistan'da askeri darbe olur, cunta dönemi başlar. Şakaları göze çarpmaya başlar; iktidarı biraz fazla alaya almıştır ve bir süre sonra Yunanistan’dan sürülür ta ki 1976’da Girit'e geri dönene kadar. Artık yeniden keşfedilmeye ve Ege’nin görkemini yansıtan en büyük, cüretkar ve parlak resimleri yapmaya hazırdır.
Çok sevdiği hayvanların yanında, çizdiği insan figürleri sanatçının yakın arkadaş çevresinden. Ahtapot avcısı Yunan mitlerinden fırlamış. Kasap, antik Atina agorasını anımsatıyor. Doğayla savaşan Giritli çoban, Sparta’daki kraliyet mezarlarında bulunan altın Minos kupalarının üzerinde bulunan boğalarla ilişkili.
John Craxton sanat dünyasından edinilen şöhreti belli ki önemsememiş. Çok şanslı ama sanattan para kazanmamış. Çoğunlukla arkadaşları destek olmuş. Önceliği hiçbir zaman resimlerini satmak veya bitirmek olmamış. Sergiyi gezerken anlıyorum ki eserlerinin asıl mesajı ve paradoksu, hayatı sanata tercih etmesiydi; en çok da Ege hayatını…
Craxton sağlığı kötü gittiği için 2006’da Girit’i son defa terk eder ve 2009’da Londra’da ölür, külleri Hanya limanından savrulur. Artık o da resmin bir parçası olur.