Azalan Dikkatlere Kısa Öyküler

Azalan Dikkatlere Kısa Öyküler


Saydım. Son birkaç aydır bir oturuşta en fazla 15 sayfa kitap okuyabiliyorum. Böyle şeylerin azı çoğu olmaz da, benim beynim bu kadar sık bölünmezdi eskiden. 2020’nin ikinci yarısından itibaren dikkat sürem istikrarlı bir şekilde daralmakta. Bu böyle azalarak yok olmadan bir çözümüm var: öykü okuyoruz!

 

Bu amaçla hemen en çok sevdiğim hikayeleri düşünüverdim ve ilk olarak elim İtalo Calvino’ya gitti. “Bütün Kozmokomik Öyküler” kitabından “Uzayda Bir İşaret” (A Sign in Space) öyküsünü okumaya başladım.

 

Hikayede henüz mânâ alemi bomboş iken Qfwfq (evet karakterin adı bu) Güneş’in üstünde Samanyolu Galaksisi’ni döner. Bir noktada uzanır ve galaksinin ilk işaretini bırakır. Yolculuğunda faydalı ve güzel bir işaret oluşturduğu için mutlu olur ve yoluna devam eder.

 

Aradan milyonlarca yıl geçer ve bu sürede o işaret kahramanımız için bambaşka bir değer kazanır. Bir “şey” yapmıştır artık ve o şey onundur. Var ettiği üzerinden var olmuştur, fakat zamanla insanlık ve yaşam kendi izlerini varlık aleminin her yerine yaymaya başlar ve artık Qfwfq’nun yaptığı işaret biricik olmaktan çıkar. Yoksa çıkmaz mı?

 

Calvino post-modern edebiyatın en temel taşlarından biri olan “anlam” temasını işlemiş burada. Biz mi veririz “şey”lere anlamları? Ya da bu otorite kimde? Ne zaman oldu tüm bunlar? Sorular, sorular…

 

İnsanüstü bir varlıkta insani ihtiyaçlar resmetmiş: görülmek ve bilinmek istemek, görülünce de istemsizce utanmak, ardında bir iz bırakıp onunla anılmak istemek, “ben”i kendi elleriyle oluşturmaya çalışmak… İtalo’cuğum! Calvino’cuğum!

 

Ben Calvino'dan aldığım bu ilkel tatmin ile gidip Jean Rhys’in “Bir Zamanlar Burada Yaşardım” (I Used to Live Here Once) öyküsüne geçtim hemen. O yukarıdaki duygularım durulsun diye. Rhys’in hüznü beni alaşağı etsin diye.

 

“Dalda Duran Kuşlar” adlı öykü kitabındaki en son eserdir bu. Kısacıktır da. O yüzden bir sayfalık bu öykünün en can alıcı kısmını açık etmeden konusundan söz etmeye çalışayım.

 

Eski evini seneler sonra ziyaret eder anlatıcı. Ezbere bildiği taşları ve daha önce hiç görmediği detayların her birini ince ince anlatır. Özlem ve yurda geri dönme duygularını daha ilk paragraftan yoğun bir şekilde aktarır. Sonra, anıları ve gördüğü arasında farklılıklar ortaya çıkar ve bu farklılıkların sebebi birden aşikar olur.

 

Bu esere serbest şiir denseymiş de ben türünü sorgulamazdım. Öyle uçucu bir dili var Jean Rhys’in. Gerçi edebi tür dediğimiz de nedir ki? Maksat tat alalım.

 

Sonra, hop! Yine bilim kurgu!

 

İngiliz yazar E.M. Forster’ın “Makina Duruyor” (The Machine Stops) öyküsünü ben bütün 2020 boyunca birçok insana tavsiye ettim. Bir daha ziyaret etmek bana da iyi geldi. İçerik de şöyle:

 

İnsanlık ileri teknoloji sayesinde artık toprağın altında yaşıyordur. İnsan soyu doğayı en sonunda tamamen fethetmiş ve elementlerden bağımsız bir şekilde yalnızca bilim ile ilgileniyordur. Tüm dünyada insanlar birbirinin tıpatıp aynısı odalarda yaşıyor ve sadece dijital yoldan görüşüyordur. Ana karakter Vashti’nin oğlu Kuno, annesine toprağın üstünü ve yıldızları görmek istediğini söyler ve Kuno’nun merakı bizi de beraberinde insan doğasına bir daha bakmaya sürükler.

 

“Makina Duruyor” ilk kez 1909 yılında basılmış olsa da, Forster şu anda yaşadığımız dijitalleşme kültürünü ve peşinden gelen doğa, insan ilişkisi ve fıtratımızdan kopuşumuzu korkutucu derecede detaylı bir şekilde tahmin edebilmiş. Ben ilk okumaya başladığımda irkilmiş ve yarıda bırakmıştım kitabı. Sonraları geri dönebildim. O kadar gerçekti anlatılan sahte dünya tasviri ve insanın mutluluğunun doğada gizli olduğu alt metni.

 

Mesela Kuno’nun ilk kez toprağın üstüne çıktığı an çok çarpıcı. Kuno gerçek havayı soluyup bulutlara hayran hayran bakıyordur. Birden o topraklarda yaşamış ve ölmüş insanların ruhlarını hisseder ve üstünü başını çıkartıp onlara doğru koşmak ister, fakat şöyle der, “Ama nefes cihazım, ilaçlarım ve hijyenik kıyafetlerimle çıkabilmiştim oraya kadar. Hiç yoktan iyidir”.

 

Yaptığımı ima etmek gibi olmasın da, okurken arada bir ağlama ya da kitabı öpme ihtimaliniz var. Uyarmış olayım.

 

Sıradaki durağım Albert Camus’nun “Sürgün ve Krallık” kitabından “Konuk” (L’Hôte) öyküsü oldu. En son üniversitede okumuştum bu güzeli.

 

Camus’nun durgun dili ve sakin doğa tasviri ile yine bir duygu değişimi devreye giriyor ve ben arkama yaslanarak okumaya başlıyorum:

 

Cezayir’in Fransız sömürgeciliğinden kurtulduğu savaş sırasında geçen bu öyküde Daru bir köy okulunda öğretmenlik yapar. Bir gün eski bir jandarma arkadaşı yanında bir Arap adam ile Daru’nun okuluna gelir. Arap adamın suçlu olduğunu ve onu yirmi kilometre ileride bir karakola bırakması gerektiğini söyler ve gider.

 

Albert Camus’nun varoluşçuluk felsefesinde bireylerin özgürlüğü ve hür iradesi büyük öneme sahiptir. “Konuk”ta da Daru bunun altını attığı her adımda çizer. Kendisi pasifist olsa da bu savaşta herkesin kendi kararlarını alabilmesi için elinden geleni yapar.

 

Bu pasifizm Camus’nun politik yatkınlıklarını ima etse de, varoluşçu felsefe okuması yaptığımızda hayattaki birçok çabanın beyhude olduğunu da düşündürtebilir. Her şekilde Daru’nun taraf seç(e)meyişi insanın ilgisini çekiyor ve iç dünyasını merak ettiriyor.

 

Son olarak Katherine Mansfield’ın “Miss Brill”ini okudum. Kimi çevirmen olduğu gibi bırakmış, kimi de “Bayan Brill” diye çevirmiş. Ben “Miss Brill” diyeceğim.

 

Fransa’da İngilizce öğretmenliği yapan Miss Brill her pazar parkta yürür ve banklarda oturarak etraftaki insanları izler. Hikayenin geçtiği pazar günü de hava güneşli olmasına rağmen kutusundan eski kürkünü çıkarır ve her zamanki yerini alır. Yalnızlığını insanların sohbetlerini çaktırmadan dinleyerek ve onlara hayalinden hayatlar uydurarak gidermeye çalışır, fakat bu pazar beklediği gibi geçmez ve biz onun gerçeklerle yüzleşemeyişini okuruz.

 

“Miss Brill” sembolizm ve alt metinlerle dolu bir öykü. Bir edebiyat öğrencisi için altın madeni niteliğinde yani. Müzik, renkler, pasta, kürk ve daha birçok unsur Miss Brill’in iç dünyasını işaret eder. Aslında konu hep onun depresif hali ve yalnızlığıdır.

 

Bu gerçekle onun yüzleşemeyişi de okuyucuya fazladan bir sorumluluk yükler. “Birinin bu kadına yardım etmesi lazım” fikriyle bırakır sizi bu kısacık öykü.

 

Oldukça modernist ve post-modernist edebiyat örnekleri sundum size. Eğilimlerim ve düşünce ritmim bu akımlara yakın olduğundandır.

 

Ben bu deneyi yaptıktan sonra “reading slump” yani okuma güçlüğü sorunumun geçtiği hissine kapıldım. Yazarken de çok gaza geldim tabii. Genel olarak bende işe yaradı gibi bu çalışma. Umuyorum siz de satırlardan satırlara koşarsınız.

Bu yazıya ilk yorumu siz yazın.