16. Venedik Mimarlık Bienali: Açık Çağrı

16. Venedik Mimarlık Bienali: Açık Çağrı


16.sı düzenlenen Venedik Mimarlık Bienali’nin kelimesi ‘’Freespace’’ idi. Açık alan, açık çağrı.

Bir şey kurgulamadan, tasarlamadan evvel güçlü bir enerji alanına ihtiyaç duyarız. Bu enerji alanı tasarlama süresince bir kokuya, bir sese akabinde bir malzemeye, bir forma dönüşür ve en iyi kurguculardan biri olan Shakespeare’in tabiriyle "vücuda gelir", mekanlaşır. Hasılı bu enerji alanının çıkış noktası ‘’doğru kelime’’dir.

 

Küratörler Yvonne Farrell ve Shelley McNamara şöyle bir güdüyü öngörmüş ve çekilmiş;

 

‘’Düşünme biçimlerini, dünyayı görmenin yeni yollarını keşfetmeyi... Bu kırılgan gezegenin her bir hemşerisinin esenlik ve onuru için mimarlığın sağlayabilecekleri...’’

‘’Hayal etme özgürlüğünü, zaman ve bellek için özgür mekanı, geçmişi, geleceği ve şimdiyi ilişkilendirebilmeyi...’’

‘’İnsanlar ve binalar arasında öngörülmemiş ve tasarlanmamış dahi olsa bir değiş tokuş...’’

Tüm bu güdülerin Venedik’te bir ring havasında sunulduğu Bienal 3 formda gerçekleşiyor. Arsenale, Giardini garları ve Venedik’in sokakları. Dünyanın her yerinden sanatçılar, tasarımcılar bu açık çağrı ile kendi doğru kelimeleri üzerinde çalışıyorlar ve bunu şehre saçıyorlar.

 

 

İlk etapta bienal alanlarını görmek konuyla karşı karşıya gelmek adına çok daha iyi. Onlarca başarılı çalışma, ülke ve ofis işleri var. Fakat tasarımın temel güdüleri (barınma, davranış bilimleri, güvenlik güdüsü, spiritüel ihtiyaçlar vs.) üzerinden giderek beş işi seçmek ve yorumlamak etkinliği kaliteli ifade etmek adına daha iyi bir anlatım biçimi olacaktır sanıyorum.

 

Bir duyguyu doğru sergilemek en az onu yaşamak kadar değerlidir. Mimarlar, sanatçılar, tasarımcılar için malzemenin kendi kimyasına uygun bir biçimde işleyişini, bir duygunun maddeye nasıl dönüşebildiğini ya da içinde yaşadığımız mekanik dünyada yalnızca temel ihtiyaçlarımızın karşılanmasının doğru mekan kurgusu olmadığını görmek, söz söylemek, bir duruş sergilemek adına bu tür oluşumlar çok önemli. Zihnimizin mukavemetini artırır. 

Girer girmez belli belirsiz asılı iplerden bir malzemeye dokunmak durumunda kalarak mekana giriyorsunuz, temas ediyorsunuz. Bu önemliydi. Çokça malzeme ve strüktür denemeleri var fakat benim ilk etapta ilgimi çeken bir mobil mimarlık işi oldu. Salter Collingridge’in tasarladığı Proposal B. 

 

 

Tasarımın artık ele alması gereken önemli bir şey var: Yeni İnsan. Kimdir yeni insan? Ne yapar? Bir oturma alanı, bir ekran, bir yüzey. Bu kadar mı? Daha mı fazlası? Daha mı azı?

Bu elbette birçok farklı bağlamla birlikte yorumlanabilir fakat ele almak istediğim ve bu işte hissettiğim; farklı disiplinlerden, deneyimlerden, coğrafyalardan gelse de insan tek tip bir forma ve bir dönüşüme gidiyor. Lüksleri olan, yaşamla ilgili seçme şansı olan bir birey de artık mobilizasyona gidiyor, bir ekrana bakıyor, bir zemini var ve tüketim bunun çıkış noktası. Sayı doğrusunun diğer ucunda duran ve seçme şansı olmayan, ekranın içinde kalan birey de aynı mobilizasyonun içerisinde. Yani tasarım ilginç bir şekilde yeni bir insan kurgusunun bedeni haline geliyor. İçine girip dolaştığınız bir şey zamanla uzvunuz olabilir mi?

Sonrasında Mario Botta’nın bir böcek kabuğunu strüktür olarak esas aldığı çekirdek şehir kurgusu var. Burada bir kabukla karşılaşmanın uyandırdığı "şehir ve güven" çarpışmasını hemen hissediyorsunuz. Kabuğun her bir dilimi bir yapıyı içine alıyor ve içerisinde bir yaşam kurgusu oluşturuyor. Ki zaten şehir demenin "güven" olduğuna dair uzun bir notla başlıyor ve bunun bir kabuğa dönüşmesinin esasında bizim doğal güven arayışımızın neticesi olabileceğini iliştiriyor. Doğada hep bir cevap vardır. Bu kabuk ona kendi içinde bir yaşam veriyorsa bize de verebilir elbette. Ama bu kabuk sınırlarınız. Bu ince çizgiyi de gözardı etmemeli sanıyorum. Tüm kabuk-şehir kurguları evet güvenlidir fakat zamanla fazla sterilleşir ve kendini imha eder. Nitekim insanın doğasında temas vardır.

 

 

Başka Bir Matematik Mümkün Mü?

 

Hayatımıza giren çıkan her şey, aldığınız derin bir nefes, aldığınız kısa kalitesiz bir nefes, çarptığınız taş, yoldan çektiğiniz taş, onlarca sesin arasından konsantre olduğunuz bir ses, boğulduğunuz onlarca ses... Hepsi akışın getirisidir. Bunu çözmek istemeyiz, bunu kendimize yapamayız belki fakat bu akışkanlıkla birlikte hareket edebiliriz. Akışkanlığın da bir matematiği olmalı elbette fakat bu rakamsal koşullar mı? Emin değilim, bunu tartışmalıyız.

Hırvatistan’ın tasarladığı ‘’Pergola Bulut / Cloud Pergola’’ uzun yıllardır tasarım anlayışımın/ arayışımın üzerinde dönüp duran bu soruyla yüzleştirdi beni. Bir boşluğun içine girmek, onu bir forma sokmak ve ona bir sınır koymak. Henüz yüzleşme aşamasında olduğumuz için cevaplarda iyi olmayabiliriz ama sağlam sorular sorabiliriz. Bir boşluk neye ihtiyaç duyar? İhtiyaç duyduğumuz şey gerçekten bu mu? Başka bir matematik mümkün mü?  

 

 

Bu soruların zihnimizde bir tohum gibi sağlıklı gelişebilmesi için duvara çarpmamız gerekiyor. Denge. Case Design’ın tasarladığı "Peace" pavillion bizim duvarımız. Bir tuğla yorumlaması. Tuğla kimlikli bir malzemedir. Olmak istediği şey az çok bellidir. Kapalıdır. Onun yalnızca dizilişini değiştirerek, küçük bir oyunla transparan, yarı çıplak ve artık açık bir şeye dönüştürmüşler. İçinde gezerken sert belki otoriter bir malzeme olan tuğlanın boşluklarını seziyorsunuz. Onun yalnızca çeperini, kararlılığını değil ışığı süzüşünü de deneyimliyorsunuz. Ülkemizde de çok fazla tuğla kökenli yapı var. Bu yapıları yeniden düzenlerken bu tür çağdaş malzeme yorumlamaları çok şey katacaktır. 

 

 

Endonezya ise bir mekan ya da bir ürün değil bir ‘yol’ tasarlamış. İsmi "Enjoy the slience". Sessizliği, boşluğu keşfet, onun tadını çıkar. Endonezya akışkan ve kumaşlarla barınan, dingin bir memleket. İşin içinde elbette kumaşlar olmalıydı. Bu spiritüel kurgu içsel sürecinizi temsil ediyor; katmanlarınızı, boşluklarınızı, doluluklarınızı... Fakat bunların yalnızca bir yol olarak kurgulanması ve oradan yalnızca öyle geçecek olmanız çok farklı bir his. Bir boşluğun, sessizliğin içine giriyor ve oradan öylece geçiyorsunuz. Sadece bu. Paralel evreninizde bir negatif alan deneyimliyorsunuz diyebiliriz. Bir mekan deneyiminden ziyade tamamen insana ve temasa odaklanılmış. Hız ve yavaşlık, yapay ve kusursuz, doğal ve kusurlu zeka, temas ya da temassızlık, gerçek ya da illüzyon... Bunların telaşı yok. Anlatmak istenilen pek bir şey de yok. Sizi ilkelliğe davet ediyor. En temel güdünle öylece geç ve git. Ne dersiniz?

Bu yazıya ilk yorumu siz yazın.