Çocuk var. Bir de çocukluk. Çok var ve çokluk; yok ve yokluk; kız ve kızlık, ben ve benlik; ses ve değiştirelim, sessizlik. Türkçe öğreneni zora sokacak; ana dilde akıcı ve anlaşılır sızılar eşliğinde -lik -lık ekiyle yirmi üç nisana giriş, çatışmalarla gelişme ve eee ne oldu şimdi dedirten sonuç. Başka bir deyişle hayat; hayalleri serim, çözülemeyen düğüm, ulaşılan/ulaşılamayan çözümden oluşuyor.
Edebi mezar taşlarına öneridir.
İlk ve ikinci olmak üzere on iki yaşına kadar çocuk sayılıyor insanın türü. Söylerken bir bahçe çitiyle çevirir gibi; korunmasız ve sınırları belli. İstesen atlayıp sınırı aşarsın gibi ama bir yerden de bastırır başkasının toprağında yürümenin tekinsizliği. İnsanın gölgesi çocukken daha büyük geliyor kendine sanki olduğu halinden. Gölgenin üstüne basıp, onu aşma isteğinin yitirilmediği zamanlar, olabilir mi çocukluğun bir başka tasviri?
Başkasının toprağında belirir çocukluğun emareleri en çok. Mutfakta ya da çocuk odasında yer sofrasına oturunca; ortadaki tabağa çatalı sallayınca; kadınlar odada kıkır kıkır konuşurken odadan dışarı hadi sen git oyna konuşuyoruz diye çıkarılınca nükseder çocukluk. Sayılardan bağımsız, insanlığın ortak deneyimleri ile sabit.
Kimi işleri yapmak için fazla büyük fakat kimileri için hayli küçük olup da izafiyeti allak bullak edince çıkar çocukluğun öfkesi. Bazıları annen hayattaysa hep çocuksun diyor; biyoloji ne zamandır sosyolojinin işlerine el atıp da kalpteki hevesleri aminoasitle besliyor? Ne zamandır iştiyak, koful ya da eşeysiz üreme ile aynı kitap satırlarında yer alıyor? Ve kim açıklayabilir travmanın aktarımını Mendel'in bezelyeleri ile?
Çocukluğu sayı doğrusunda belirlenen iki nokta arasına sığdırmak; bir kalem ve bir kağıtla mümkün olsa da akla hafsalaya az geliyor elde edileni.
Çünkü o, bir bekleyişten ibarettir. Bir insan ne kadar süre, neyi, ne denli, ne uğruna, ne şekillerde, neden beklediğini tartamaz. Az önce mezuranın yeterli geldiğine şimdi bir kantar gerekiyor mesela. Bilemiyoruz ki erişkinliği beklemenin hacmini. Kaç oda dolusu olup, kaç çocuk odasından taşma arzusu taşıdığını. Zamanı orada sabitleyip sanki oradan çıkamayacakmış olmanın sanrısının da çocukluktan olduğunu anlayamayız, anlayamayınca da anlatıp aktaramaz haliyle. Konu orada kalır öylece.
Yirmi üç nisan ulusal egemenlik ve çocuk bayramı. Genel kültüre ek bir hatırlatma ile meclisin açılışı ile aynı olan gün. Meclis tv kavgalarından önce ve çok önce. Robotik kodlamadan bihaber, henüz yavrusuna üstün zekalı teşhisi konsun diye çabalayan ebeveynlere sahip olmaktan uzak, odasız, üçüncü çocukluk dönemini askerliğine ve gelinlik çağına denk düşürmüş insanların yüzü suyu hürmetine bütün dünya çocuklarına armağan olan o gün bugün. Ne kadar da klişe, basmakalıp ve bir avazda.
Bütün bu huysuzluk ve laf dolandırmalar; bekleyişin nihayete erip arayışın başlamasından ötürü olabilir. İtiraftır. İnsan çocukluktan emekli olup, yetişkinliğin stajyeriyken kendini beş sene sonra nerede görüyor? Bu hayata ne katabilir? Zayıf ve güçlü yönleri neler ve sinir krizi anlarında telefonu ne şekilde fırlatırsa çok da kırılmaz bilemiyor.
Mikrofon uzatılıp ne olacaksın büyüyünce diye sorulunca, çok başka şeyler söylediğini unutuyor. Unutmuyor da, olduğu arzusundan muhtemelen farklı olunca, unutmak istiyor. İsteyince yaparsın sözleri ve özündeki iyiliğin çevrenin kötülüğüne galip geleceği günün beklentisi bir yerde bitiyor.
Çözüm zamanı geldi. Çözüm yok. Nazan Öncel "Çocukluğum uzaklarda, bana sanki gelsen diyor, benim şehrim çocuk kalbim, yüküm ağır çeksem diyor, gençliğim de orda saklı, ah ne var ki inanmıyor" diyor. Çocuğun bayramı oluyor, çocukluğunsa bayram anıları. Çocuğun salladığı bayrağı oluyor, çocukluğun salladığı çocuğu. Çocuk sabırsız oluyor, çocukluk burundaki yangından ve çenenin ardındaki sızıdan ibaret. Hepsi kutlu olsun. Olmasın desen de oluyor.
1 yorum
Tanımladıkça beliren , adını koydukça kabullenilip bağra basılıyor.. öz şefkat dedikleri belki burda başlar. Yazı çok güzel, yazabilmek de..