Trenin Arkasından Bir Tek Öküzün Bakmadığı Filme Dair

Trenin Arkasından Bir Tek Öküzün Bakmadığı Filme Dair


 

Selamsız Bandosu, bin dokuz yüz seksen yedide Kütahya’da çekilmiş bir film. Eski film seyretmenin en sürprizli yanı olan; bugünü bilinen oyuncuların gençliğini görme fırsatını hemen sağlayan hikmetli bir iş. Film yavaş başlıyor, olaylar gelişiyor, rüzgarın yönü değişiyor, yine yeniden değişiyor; insanın içine bir aksilik olmasa bari hissi yerleşiyor ve film öngörülebilir bir hüsran ile sona eriyor. Sanki senaryo, kurgu olduğunu unutup, gerçekte hiç olmayacak işleri oldurabileceğini bir kenara koyup; insanı trenin arkasında çaresiz bırakıyor. Uğur Yücel, elinde halısı ve büyük hayal kırıklığıyla bakarken film bitiyor.

 

Şimdilik yok fakat gelecekte muhtemeldir; yeni bir atasözü eklenebilir dilimize “Bu işin sonu da Selamsız Bandosu’na dönecek”. Başarılı olmayacağını bile bile bir iş üzerinde çabalayan kişilerin içine korku salmak ve onları daha da çıkmaza sürüklemek üzere kullanmaya fazlasıyla müsait. Bir öneridir.

 

Emek verilen şeyden vazgeçememe; olursa neler olur, olmazsa neyim var ki halinin göbeği, her türlü gelecek idealine bağlı sanki. Bir yırtma planına bakar; bütün A, B ya da acil durum planlarının boşa çıkması. İhtiyacımız var; bir vaadin gerçekleşme ihtimaline ya da kendimizi, belirlediğimiz bir sonuca layık görmeye, haliyle her işi de onun akıbetine sevketmeye.

 

Seçeneklerin dezavantajı, açık ucun korkutan hedef alışına karşı göz ardı edilir. Çoktan seçim, tercih sebebidir kimine göre. Oysa bir sorunun altında cevap için bırakılan boşluk, haktır; gidilen yoldan puanlar almaya, kestirilip atılmamaya ve çoklar içinde yapılan hataların göz ardına. Ama insan seçeneğe meyillidir. Taraf olmaya. Tarafını seçince haklı olmaya. Haklı olunca bunu ispata. İspat müspet olmayınca, sonucu başkasına isnata.

 

“Too good to be true”. Mealen Türkçesi “Böyle şeyler ancak filmlerde olur sevgilim” Demek ki bu hali, bir ucundan dil meselesine bağlayalım desek; ne coğrafi ne de şahsi, bağlayamıyoruz. İnsanın doğası böyle; planları dizip hayal eder, hayalini ifşa eder. Azalarından biri de der ki o an ona “Ne dediğini kulakların duyuyor mu Bay Başkan, cumhurbaşkanı Selamsız’a gelecek öyle mi? Hadi oradan, bunun için mi topladın bizi?” Anlatırsın, inandırırsın ve olursa neler olacağının hayaline daldırırsın. Planları iyi senaryoya göre yapınca, kötünün genelliği ilkesini ister istemez ıskalarsın.

 

Bu inanma ve inandırma hali kesintisiz sürüp giden bir eylem değildir aslında. Arada kesintiye uğrar. Acaba, yanlış mı yapıyorum sorusu, buraya kadar getirdin vazgeçmezsin gururunu sürükler peşinde. Annen başına bir iş gelmesin, hayallerine yalnız gitme diye kardeşini tutuşturmuş gibi hissedersin eline.

 

Kötü mü peki tüm bu piyango vursun çabasına bağlı yaşamak? Nasrettin Hoca’nın torunlarıyız klişesine sığınıp “Ya tutarsa...” hikayesini ilkokul sırasında bırakmak bir inat mı, her daim en doğru kararı verme hususunda? Ki inadıyla meşhur olmak da bir şan şöhret sebebidir ama faydasını sorgulamak gerekir; planlar gerçekleşme aşamasına geçemeden her seferinde takılıyorsa eşiğin o çıkıntısına.

 

Nihayete bakıp evveliyatı hesap etmek, oldu bu ya da olmadı gördün mü bak diye iç geçirmek sanki hep boşa. Fikirler muhalefete açıktır, belki de boş değil; aslolan bakılan camın arkasında. Ama ölür diye yaşamamış sayılmak, gidecek diye yerleşmeden eğreti oturmak sorgusu bu. Sonunun iyi olacağına dair bir garanti yokken çabalıyor olma hali. İyi gelen bir hal.

 

Ve son olarak bir söz, yazılmış Selamsız’a dair: trenin arkasından bir tek öküzün bakmadığı filmdir. 

Çünkü bir şeyin arkasından bakakalmak insanidir.

 

 

Bu yazıya ilk yorumu siz yazın.