Zihnimin odalarında kaybolduğum düzensiz zamanların ardından perdeleri aralayıp içime derin derin taze hava çekiyorum. Çünkü evi topladım, odaları isimlendirdim ve çekilip bir köşeye, Arabi'nin deyimiyle "şeyler"in Varlık’tan ödünç aldığı kendi izafi gerçekliklerini tek tek sıraladım.
İnsanın ruhu nefestir, evin ruhu mutfak. Marcel Proust’un kayıp zamanın peşine düştüğü süreci başlatan ıhlamura batırılan keki ağzına atma anı, tüm belleği yeniden inşa eder. Paslanmış hatıraları cilalar. Bunu düşünerek dikildim kapısına bu tayyi zaman atölyesinin. Damakları mest eden türlü tatların hikmetine; yeniden inanmak için kendime, talip oldum lezzete.
Meyvenin kırmızısı, sebzenin yeşili bir de reyhanın morundan, önden tüm renklere bir selam edelim. Tabakları ayrı bir bölmede sıraya dizdim. Kadehleri üst rafa kaldırdım. Baharatlara etiketler yapıştırdım. Her birinde on sekiz bin alemden birine seyahat planladım. Çöpleri ayrıştırdım. Geri dönüşümle asla rücuyu bağladım. Kahve makinesi? Gel dostum, gel, otur baş köşeye. Çünkü bu fani dünya hayatının en asil üyesi sende demlenen taneler. Kalple muhabbetin çerezi ol da gel, katıl aramıza. Baskül Bey, sen bir adım geriye. Çünkü bilinir ki, açlık sermayemizdir bizim! Köşelere yeni yetme sukulentler. Nazsız, sözsüz; gövdesinde, yaprağında ne kadar su topladıysa onla geçinir gider bu yeni yetmeler. Eyvallahı yoktur öyle sana bana. Eşikten son kez bir göz atıp, kalite kontrolü tamamladık. O zaman, hadi çıkalım artık meydane, pardon antreye!
Sürekli içlerinden geçip geçip her defasında başka odalara vardığımız bu antrelere karşı ilgimizi hep bir eksik bulurum. Onları mermer dokulu altın varaklı dresuarlarla kandıramazsınız dostlarım. Şahsiyetlerini pirinç ayaklara indirgeyemezsiniz. Fakat insan öyledir ya bir yerde. Aracıyı hor görür, komisyonunu verip, ardından gelen neticeye hapsolur ve de kurulur şahlar gibi pofuduk koltuklarına.
Geçişimizi tamamladık ve girdik tabi biz de içeri, kurulduk evin kalbine. İşte salon!
Mobil-yadan hareketle, eşya da mobil ve hareket halindedir. Daha açıkça, harekettedir insan. Evi, yurdu, mekanı olmayan; antreden geçer gibi dünyadan da geçen pek sevgili mahlukat-ı beşer…
Fakat işte isyan ettim. Eşyaların çoğunu tükettim, verdim. Muhtevası gereği yüksek olması gerekirken gittim en alçak koltuğu yerleştirdim pencere kenarına. Yer çekimine teslimiyet, bir yanıyla toprağa kurbiyet.
Hristiyan inanışı, 15. yüzyıla kadar zannederdi Hz. İsa geri gelecek. Pek nefisleri çekmedi, yerleşmediler dünyaya, 20 metrekare bir oda gayet yeterdi inandıkları vuslata. Fakat, hayaller cennet oldu gerçekler gökdelen. Bu defa yeni sürüm din, kapitalizm ile doldurdular salonları. Vitrinler, sehpalar, desen desen perdeler. Üstlerine danteller, örtüler. Derken baktık, bayağı yerleşmişiz beşinci, onuncu katlara. Göğe yükselmişiz bir bakıma. Yine de çok şükür mobil cihazlar var, değil mi? Mecazi de olsa bir yandan; hem de yorulmadan, yılmadan harekete devam.
Fakat işte isyan ettim. Eşyaların çoğunu tükettim, verdim. Muhtevası gereği yüksek olması gerekirken gittim en alçak koltuğu yerleştirdim pencere kenarına. Yer çekimine teslimiyet, bir yanıyla toprağa kurbiyet. O kırmızı dolap mı? Taa eski bir zaman, tam elden çıkarırken durup, vazgeçtim. Oturdum kendim boyadım, süsledim. Tam da o vakit, darlamış insanoğlu beni, kaçacak delik arıyordum ki kendimi bu dolapla birlikte dönüştürmeye bel bağladım. Zamanı unutturan renk derler kırmızıya. Kendinden başkasına nispete izin vermezmiş. Gel canım, gel sen de merkezine arzın pardon salonun. Durdur tüm saatleri, günleri. Yaşanmış yaşanılacak ne varsa, hepsi kalsın şu anda.
Köşede bir ihtiyar sandık, anneannemden yadigar. Ne boya ne zımpara, ne de allayıp pulladım. O öyle kendi haliyle, değişmeden, dönüşmeden dirensin bu zaman aldatmacasına. Kırmızıya gölge olsun çokça şımardığında. Ben desin, sana rağmen; unutmamak, unutturmamak için buradayım. Göz yaşlarım, kahkahalarım, ne biriktirdiysem bu yaşıma; hepsi bu sığınakta. Üstünde, "kuşun öttüğü gibi resimler yapan" Monnet'nin bir tablosu. Fonda ise cıvıltılar, açtım hemen camları.
Yan duvarlarda amatör çizimlerim gösterişli çerçevelerle kendince bir takım havalara girerken balkona göz atıyorum. Ah işte! Telgraf çiçeklerim salınmış yine yerlere. Her sabah heyecanla gelir bakarım. Kim bilir ne haber aldılar ötelerden de açtılar çiçeklerini mor mor. Var mıdır yokluğunda bulamadığım beklenenden bana da bir haber? Mor demişken geçenlerde aldığım küpe çiçeği ise küstü, kurudu. Oysa manevi rehber edinmiştim o tevazu dolu hilkatini. Kalanlara az su verdim, perdeleri araladım. Çünkü fotosentez, çünkü canım nur-u tecelli.
Başka bir odaya revan olurken dönüşümüz yeniden antreye. İçinde çocuk yerine dolaplar, dolaplar ve dolaplar olan sevgili çocuk odası. Göz göz, raf raf dolaplar. Sermayemi dizdim tek tek içine; etaminler, ipekler... Ben diyeyim Bavaria, sen de Meissen... Analarıma rahmet. Çeyize iman, hasrete derman.
Hadi yatalım artık. Ya da yatmayalım da seyre dalalım alemi. Yere serdim döşeğimi. Açıyorum şöyle perdeleri, oh!... Karanlık perde olsun özüme diye, dikiyorum gözlerimi göğe. 45 yıllık elbise dolabı başucumda bekçi. Ne alınır ne satılır, ne de yokluğa bırakılır. Gerçi ben giderim o kalır, kim bilir kimlere yar olur. Ne demiş Fuzuli hazret: Dost bi-vefâ, felek bi-rahm, devran bi-sükûn.
Yalandan gerçeğe uyudum uyandım. Saat kaç oldu? Doğdu mu güneş yoksa? Neyse gidip yüzüme bir su serpeyim de kendime geleyim. Sol ayakla, destur. Allah günah yazmasa, barajlar boşalıp susuzluk baş göstermese, ah bilsem ah bu çeşmeleri hep açık bırakır, nağmelerine kulak kabartırdım. Şırıl şırıl, dindirin içimdeki şu sancıyı! Aksın gitsin ne varsa zedelenmiş ruhumdan. Ne acziyet! Oysa bir yalıda ya da villada otursam, hadi olmadı bir Ege kasabasına yerleşsem böyle bir israfa meyil duymazdım hem, hem de antreme belki daha fazla saygı sunardım fakat kısmet…
Ne uzattın ne var bu suda bu kadar derseniz; Shui (su) derim, hem de biraz havalı durur. Feng Shui der ki; kozmik enerji ile uyum sağlamanız için eviniz su, nehir veya denize bakmalı diye. Peki ya bakıp bakıp ne yapmalı? Ya durulmalı ya dalgalanmalı. İslami mimariye dön bak sonra. Israrla suya kutsiyet addeder; cami ve sarayları doldurur şadırvanlarla, iç havuzlarla. “Ve Cealna minel mai kulli şey'in hay": “Diri olan her şeyi sudan meydana getirdik” ayetine nazar ederek çeşmeler sıralanır sokak aralarına. Şu vanayı kapatayım de içeri geçeyim en iyisi.
...
Uzun bir aradan ve çeşitli çok bilmiş maddi manevi tahlillerden sonra geldim şimdi sığındım hücreme, çilehaneme. Burada konuşan bazen söz olur bazen göz. Yazıyorum, çiziyorum, boyuyorum, boyanıyorum başka iklimlere. Muhibbi'yi sıkça anıyorum: “Aşk mıdır sinem içre gelip de cân eyleyen?” Bilmiyorum. Karşı dağlara, dört yanımı çevreleyen haki yeşil duvarlara üflüyorum dumanımı. Sitem ediyorum ölümü kaldıramayıp bize yükleyen, öte yandan betonu yüreğine misafir eden bu heybete.
Karşı dağlara, dört yanımı çevreleyen haki yeşil duvarlara üflüyorum dumanımı. Sitem ediyorum ölümü kaldıramayıp bize yükleyen, öte yandan betonu yüreğine misafir eden bu heybete.
Gözüme bir şey kaçmadı, hayır, duygulandım nedense. Odalardan oda beğenirken, kalbimin kapısını çaldım. Kalktım yine ağlarken aynaya baktım. Bazen kendime kıyamıyorum. Baktım ağlıyorum, içlenip daha çok ağlıyorum. Dönüp camdan insanlara bakıyorum. Acaba gelip geçenler değişiyor mu? Yoksa gidip gelip tekrar mı geçiyorlar. Ne kadar yüz var Allah’ım? Benzetemiyorum hem ayrıştıramıyorum. Yandaki çatının bacasının müdavimi bir martı var mesela. Bir martı ya da herhangi bir martıdan sadece biri. Kendimden keramet bekleyip arada uzun uzun dalıyorum. Kuş dilini bilmeye Süleyman gerek oysa. Biz ancak bakarız öyle, dönsek baksak ya kendi içimize.
O amansız tufanın oradan oraya sürüklediği ahitlerimiz, inançlarımız ve belki varamadığımız nihai endişenin yol izleriyle biz ancak bakarız öyle. Kalp boşluk kabul etmez, peki ya dönüp duran bu dünya, içinde dönüp durduğum bu 3+1 daire? Hem de bu kadar düşük kredi faizleriyle?