Çoluk Çocuk İstanbul

Çoluk Çocuk İstanbul


İstanbul’a kalıcı olarak 17 yaşında geldim. Ondan öncesinde ara sıra geziye geldiğimiz, sokaklarından çok saraylarını ve müzelerini bildiğim bir şehirdi. 17 yaşında geldim ve kendi başıma ilk çıktığım yer İstiklal Caddesi oldu, ahh o tanıdık korkusu olmadan sokakta sigara içebilmek özgürlüğü… İstanbul’daki ikinci haftamda aynı anda taciz edilerek telefonumu çaldırdığımda burada bir genç kız ve kadın olmanın ne demek olduğunu anlamıştım. O zaman internet yaygın değildi, sosyal medya yoktu, kadın mücadelesi bu kadar görünür değildi ve yine de eğer bir erkek olsaydım başıma bu gelir miydi soruları kafamda döndü durdu.

Eğer şehirler arasında bir “ikiyüzlülük testi” yapılabilse, iddia ediyorum İstanbul açık ara birinci çıkar. İki değil 5000 yüzlü bir şehir olduğunu düşünüyorum İstanbul’un. Sosyal sınıfların bölünmüşlüğünün ötesinde merhameti ve hoyratlığıyla, hissettirdiği çaresizlik ve güçle zorlayan, sarsan ama aynı zamanda sarıp sarmalayan bir şehir. Özellikle kadınlar için. Şehrin bu belirsiz çelişkisi hamile kaldığım andan itibaren görünmeye başladı gözüme. Metrobüse binerken yaşadığım büyük kavga ve itiş kakış azalmaya başladı mesela, hatta bir bir şoför (karnım artık gerçekten burnumdaydı, sekiz aylık hamileydim) eğer şefle görüşürsem metrobüse önden binebileceğimi söylediğinde gerçek anlamda gözlerim dolmuştu. İdo’nun beni beklemesinden bavullarıma yardım eden insanlara, şehir bana artık bir başka davranmaya başlamıştı. Bir bakımdan artık makbul; evli ve hamile bir kadındım, bir yanıyla da artık gerçek anlamda muhtaç durumdaydım. Yere kalemim düşse eğilip alamayacak haldeydim. Ve herkes bilir ki çocuk doğurmak ve analık gibi kutsal bir görev nedeniyle aciz düşmüş kadın kombinasyonu bu toprakların göz bebeğidir. Ol gebe kadındır ki yüzüne tatlı bir pembelik düşmüş, başı hafif yana eğilmiş, karnındaki bebeği büyütmenin kutsiyetinden bir hale ile sandalyesini itmekten aciz, baş tacı ola, eteği toprağa sürünmeye… Kasiyerlerden toplantı yaptığınız iş insanlarına herkes için artık bir annesiniz, ayrıcalıklı ama biraz da aciz bir konumunuz var. Ve bu sayede üzerinize gelme hakkını kendinde görenler de. İşte “E çocuk da doğuracaksın, sen bu projenin altından kalkamazsın” diye dudak büken kadınlardan “Bunlar daha iyi günlerin”cilere etrafınız felaket tellallarıyla da sarılıveriyor aynı zamanda. Size gösterilen müsamaha ve merhametin altında “köşene çekil ve orada dur” buyruğu seziyorsunuz. Bir de meşhur zarf var; “artık”. E Artık anne oluyorsun, daha usturuplu giyinirsin, artık annesin işten çıkarsın, artık annesin ne işin var otobüslerde, kocan sana bir araba alsın, artık annesin artık evinde otur.

Eğer şehirler arasında bir “ikiyüzlülük testi” yapılabilse, iddia ediyorum İstanbul açık ara birinci çıkar. Sosyal sınıfların bölünmüşlüğünün ötesinde merhameti ve hoyratlığıyla, hissettirdiği çaresizlik ve güçle zorlayan, sarsan ama aynı zamanda sarıp sarmalayan bir şehir. Özellikle kadınlar için.

Caaanım İstanbul, daha hamileyim, dur bir soluklanayım, hayır hastaneden dönmüyorum, çalışıyorum ben, hayır bakıcı tutmayacağım kendim bakacağım çocuğa, yok kadının asıl mesleği annelik olduğundan değil, şartlar böyle, hayır teşekkürler çantam ağır değil, ben hamile olmasam da bu kadar daracık kaldırımlardan yürüyemiyorum ki, kafam hormonlardan bulanık falan değil, gerçekten böyle düşünüyorum sayın iş arkadaşlarım ve benim hormonlarım toplantı masası şakası değil. Evet sadece hamileyim. Evet bedenim değişti, kısıtlandı, bazı hareketleri yapmakta zorlanıyorum ama o kadar. Erken yoruluyorum, ayakta uzun süre duramıyorum mesela, uykuya daha çok ihtiyacım var ama hala benim. Aynı kişiyim. Beynim de farklı çalışmıyor, kalbim de. Bir yandan insanlar bana yardım ediyor, ne var bunda bozulacak diye düşünüyorum, bir yandan da bu kadar aciz hissettirilmekten nefret ediyorum. Üstelik yardımları reddettiğimde insanların bozulmasını da anlayamıyorum. Evet İstanbul’un iki yüzü var ve ikisi de yoruyor.

 

 

Çoluk Çocuk İstanbul

1 yorum

  • profil

Yorum Yaz