Celladına Bir Altın Lira

Celladına Bir Altın Lira


“O gün için en özel kıyafetlerini hazırlamıştı. Belki bir kraliyet resepsiyonu için sakladığı şık fularını, nişanlarla süslü ceketini giydi. Keyfine diyecek yoktu. Büyük bir kalabalığın onu beklediği şehir meydanına vardığında heyecanı doruk noktaya ulaşmıştı çoktan. Onun için özel olarak tasarlanan yüksek platforma çıktı. Mutlulukla kendisini izleyen kalabalığa şöyle bir baktıktan sonra, cebinden bir altın lira çıkardı ve elinde baltası, olan biteni şaşkın gözlerle izleyen celladın avucuna sıkıştırdı. Hararetli bir teşekkürden sonra, başını baltanın altına koydu ve…”

 

Thomas Moore, yazdığı ütopyasına hiç de benzemeyen bu dünyadan ayrılırken çok mutluydu. Savaşlar, dini çatışmalar, kıtlıklar, adaletsizlikler derken gelecekteki mutlu ve güzel günler için toplum tasarımları yazmak yüzyıllar boyunca insanoğlunun en sistemli ve edebi hayalleri olmuştu. Moore de bu hayalini yaşadığı gerçeğe çoktan tercih eden idealistlerden sadece birisiydi. Daha sonradan 20.yy ideolojilerinin de esin kaynağı olan ütopyalar, postmodernizm ile birlikte hayatlarımızdan hızla çekildiler. Boşluğu ise bu kez distopyalar doldurdu. Edebiyatta, sinemada ve hatta gündelik hayatımızda karamsar gelecek senaryolarını yani distopyaları okur, izler, konuşur olduk.

 

Kötümserliğin, karamsarlığın yükselişi, medya ve sosyal medya kanalları ile habis olanın fazlaca görünür hale gelmesi, ütopyaların -daha gündelik söylemle ümitvar olmanın- gereksiz ve klişe bir romantiklik olduğu algısını güçlendiriyor. İyimserlik; sıkıcı, umut; gereksiz, daha iyi bir dünya hayali ise abes artık. 

 

Peki bundan onlarca yıl önce yazılmış olan George Orwell’in 1984’ü ya da Hayvan Çiftliği, Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’i, Anthony Burgess’in Otomatik Portakal’ı son yıllarda nasıl oluyor da “çok satanlar” listelerinden düşmüyor? Söz konusu olan otorite ise “Big Brother” a atıf yapılmadan geçilmiyor ya da adalet sistemi eleştirilirken Kafka’nın Josef K.’sının “Dava”sı  ile mutlaka ama mutlaka bir benzerlik kuruluyor? Margaret Atwood’un 1980’lerin ortalarında yazdığı başyapıt niteliğindeki feminist distopyası The Handmaid’s Tale (Damızlık Kızın Öyküsü) televizyon dizisi olarak çekiliyor ve popüler kültüre girebiliyor? Günümüzde de distopyalarla ilgili halihazırda yeni içerikler üretiliyor. Black Mirror’ı duyup en az birkaç bölümünü izlemeyen yoktur. “Robotlar dünyayı ele geçirecek” klişesinin çok ötesinde gelecek tahminlerinden etkilenmeyen var mı? The Walking Dead, V For Vendetta, Divergent (Uyumsuz), Revolution son yıllarda ismini sık sık duyduğumuz distopik dizi, fimler. Peki yıllar önce yazılmış bu eserler nasıl hâlâ güncelliğini koruyabiliyor? Ya da nasıl oluyor da her yeni yazılan distopik kitaplar çekilen film/diziler ilgi uyandırabiliyor?

 

İnsanlık bir son duygusuna hiç olmadığı kadar hazır. Hatta son duygusu artık bir ihtiyaç haline gelmiş durumda. Belki de üzerinde durmamız gereken mesele bu. Artık bizi başlangıçlar değil sonların anlatıları kuşatmış durumda.

 

Elbette eleştirel bir tavrın olması günümüz politik insanı için distopyaları daha çekici hale getiriyor olabilir fakat zaten ütopyaların mevcut düzene getirilmiş en sert eleştiriler olduğunu da unutmayalım. Korkutucu bir soru ile devam edelim o halde. Son duygusu bu kadar gelişmişken savaşlar ne kadar anormal algılanabilir? Hepimizin zihninde bir post apokaliptik bir görüntü yok mu? 

 

Teknolojinin ve bilimin nimetleri yadsınamaz.  Fakat sanki karşımızda bir Pirus zaferi var. Kazanırken kaybetmenin yordamları ile meşgul ediliyoruz. Teknolojinin modern insanı yalnızlığa, bencilliğe ve bireyselciliğe sürüklemesi ile konformizmin dayanılmaz cazibesi at başı gidiyor. Whatsapp’ta yaptığınız alelade bir sohbette geçen kelimenin başka bir uygulamada önünüze reklam olarak düştüğüne şahit olmuşsunuzdur. Arama motorlarındaki girilerin, sosyal medyadaki paylaşımların silseniz dahi kaybolmadığı, telefon etrafında yaptığınız konuşmaların dahi dinlendiği söyleniyor bu sizde de “izleniyormuş” hissi uyandırmıyor mu? Yine son yıllarda medya, tüketim alışkanlıkları ile bağlantılı “mutluluk, başarı” gibi kavramların insan zihninde nasıl değiştiğine şahit oluyoruz. Milenyum çağı denilen bu çağda gittikçe güçlenen şirket rejimleri, kadının metalaştırılması, ırkçı söylemlerle ve mezhep kavgaları ile çıkan savaşlar, ekolojik değişimler, susuzluk ve açlık, adı konulamayan hastalıklar… Evet hepsine günümüzde şahit oluyoruz. Zaten bir distopyanın içinde yaşıyoruz.  Chuck Palahniuk sanırım haklı; “Rüyamda bir telefon çalıyordu; ama gerçeklik mi rüyama sızdı yoksa rüyam mı gerçekliğe karışıyor, ayırt edemiyorum.”

 

Velhasıl, cellatlarımıza artık düzenli ödemeler yapıyoruz. 

1 yorum

  • profil

Yorum Yaz