Acının Öğrencisi Simone Weil ile

Acının Öğrencisi Simone Weil ile #Tanışın


Metal çarkların, neft kokularının, mitinglerin, ideolojilerin ve buhranların çağı olan 20. yüzyıl aynı zamanda büyük ruhların da çağıdır. Bir yandan dünya savaşları ile insan olmanın bütün hümanist değerleri yok edilirken diğer yandan varlığa anlam kazandırmanın en büyük sancıları da bu çağda çekilmiştir. Haritaları ve lejantları belirleyen, hayatı ve ölümü tarif eden Avrupa idealleridir söz konusu olan. Doğu ise; maruz kalan, bir zamanlar var olmuş başka bir dünyanın yeniden ihyası umudunu arayan bir konumdadır. Aydınlanmanın yüksek idealleri Liverpool limanında bir yük gemisinin hangarına dahi sığamazken, Berlin’in geç kalmış hırsları, Paris’in kibri kara vebadan sonra Avrupa’nın en büyük felaketine hazırlık yapmaktaydı. Öyle ki Nazilerin önlenemez yükselişi karşısında umutsuzluğa kapılan Stefan Zweig ve eşi başka bir kıtaya kaçmalarına rağmen yıkılan Avrupa değerler silsilesinin altında kalıp intihar ederken, Walter Benjamin İspanya sınırında gestapo korkusundan kafasına tek el ateş edecekti. Aslında intihar eden Avrupa aklıydı. İlk dünya savaşından on yıl önce Paris'te seçkin Yahudi-Fransız bir ailede dünyaya gelen Simon Weil kısa ömrünü böyle zamanlarda yani iki büyük savaşın arasında geçirdi. 34 yıllık yaşamı 20. yüzyılın bütün düşünce ve eylem duraklarına uğrayarak kendini arayarak geçti. Komünizm, Troçkizm ve Anarşizm derken Katolik olup maneviyata yöneldi. Sanki büyük Fransız şairi Apollinaire şu dizeleri onun için yazmış gibidir; 

 

Otomobiller bile kocamış görünüyor burada

Bir din yepyeni kalmış bir din

Bir din kaldı Port-Avion hangarları gibi yalın

 

Simone Weil’ın ruhu çağın ateşinde yavaş yavaş yanmıştır. Masumiyet çağlarından itibaren hem de. Henüz küçük bir çocukken Birinci Dünya Savaşı’nda ön saflardaki askerlerin şeker ihtiyaçlarının karşılanmadığını öğrendiğinde çikolata yemeyi bırakır. Nazi işgali altındaki Fransızların kısıtlı yemek karneleri sebebiyle açlık grevine girer. İşçilerin durumunu daha iyi anlayabilmek için ağır fiziksel güç isteyen otomobil fabrikasında sonrasında ise taşrada çiftliklerde çalışır. Bir işçinin, askerin ve hatta Hz. İsa’nın dahi acısıyla ilgilenir. Henüz gençliğinin başında Fransa’nın en itibarlı üniversitelerinden biri olan Ecole Normale’den sınıf arkadaşı olan Simone de Beauvoir, Weil için şu tespiti yapar: “Simone Weil başkalarının acılarından çok etkileniyor.” Aslında bu tespit iki ünlü Simone’nun farkını da gösterir. De Beauvoir için başkaları vardır, Weil için yoktur. Kendi “ben”i ile başka “ben”ler arasında bir ötekilik geliştirmeyi reddeder. Muhtemelen gözünüzde hem fiziksel anlamda hem de kişilik olarak çok güçlü bir kadın canlanıyor. Karakter olarak güçlü olduğu su götürmez doğrudur fakat fiziksel olarak çocukluk yıllarında geçirdiği hastalığın etkisiyle hiçbir zaman güçlü olamaz, hep çok zayıftır. Bilinçli olarak da hep kısıtlı beslenerek sağlığının hiçbir zaman iyiye gitmemesine neden olmuştur. Ömrü boyunca korkunç baş ağrıları ile mücadele etmiştir. Çileci ruhuna her zaman sağlık problemleri de eşlik etmiştir. 

 

                                                                                                              Mary Stevenson Cassatt - In the Loge

 

Simone Weil düşünceleri ve felsefesi ile yaşamının her evresinde içinde bulunduğu her duruma farklı bir yorum getirmiştir. Sadece düşünceleri ile değil bizzat yaşamı ile de inandıklarını temsil eder. İmana giden yolda farklı dikenli yolları kat etmiştir. Teori ve pratik arasındaki aşılması hiç de kolay olmayan o sınırın üzerinde geçirmiştir ömrünü. Düşünce ve eylem ayrılmaz bir bütündür Weil için. “Kendi mahvına varmadan insan hakikate de varamaz” demesi boşuna değildir.

 

"Irklara inanmıyorum, her türden milliyetçilik ve ırkçılık kötücüldür ve Yahudi milliyetçiliği buna istisna değildir" sözleri ile halkına sırtını çevirmekle suçlanır. Marks’ın adalet ve örgütlü emeğe ilişkin ortaya koyduğu ideallere eleştirel yaklaşır, eski Marksist meslektaşlarının kolektivizm üzerine görüşleri hakkında “Proleter Devrim" üzerine bir deneme yazarak yanıt verir ve şöyle der: "Yüce bir değer olarak kolektif olanı değil, birey olanı savunmak istiyoruz.”

 

Simone de Beauvoir, "Ne kadar arif ve ferasetli olursa olsun, dış görünüşten etkilenmeyen kimse yoktur. Kıyafetten etkilenmeyen kimse yoktur."  der. Simone de Beauvoir’un giyimi çağdaşlarının gösterişli giyimi ve makyajından hiç de eksik kalmaz. Weil ise görüntüsüne önem vermemesi ile dikkat çeker. Darmadağınık kılık kıyafetine hiçbir zaman aldırış etmez.  Beauvoir "Zekâsı, sofuluğu, kendini adamışlığı ve saf cesareti, tüm bunlar bende hayranlık uyandırıyordu, [yine de] onu kendi evrenime çekemedim ve benim için belirsiz bir tehdit oluşturuyor gibi görünüyordu bu.” diyerek Weil ile ilgili düşüncelerini açık eder. Ne Beauvoir ne de -bir diğer sınıf arkadaşı- Sartre, tüm hayranlıklarına rağmen, Weil'i kendi dünya görüşlerine dâhil edebilmiştir.

 

Bernard Buffet - La Rochelle 1955 

 

Hep Platoncu çizgide durarak Hristiyanlığın yeniden, biraz da radikal yorumunu yapar ve Tanah'ın bazı bölümlerine tartışmalı bir eleştiri geliştirir. Aslında Weil’in Hristiyanlığı yeniden ele alışı, "hakiki inançlılar" arasında olağanüstü bir duygusal yoğunluk meydana getirir, asla resmi olarak Katolik kilisesi üyesi olmamasına rağmen gayri resmi bir şekilde aziz olarak anılır. Maneviyata yönelerek derin bir tefekkür haline ulaşır. İçinden geçtiği materyal ölüm çağı için umudu ve aşkı diri tutmasını şöyle anlatır; 

 

“Dünya üstünde, çeşitli kılıklar içerisinde gördüğümüz kötülük, Allah'tan uzak oluşumuzun bir işaretidir. Lakin mesafenin kendisi aşktır ve aşka aşık olunmalıdır. Kötülüğe aşık olamayız ama Allah işte bu kötülükler arasından geçilerek sevilir.” 

 

Weil her zaman hiçbir sınıfa dahil edilemeyecek marjinal bir figür olarak kaldı Batı düşüncesinde. Mesela “Beauvoir feminizmin annesiyken, Weil bu etiketi bile reddetmiştir. Bir tartışma grubuna liderlik etmesi istendiğinde, ‘Ben feminist değilim!’ diyerek tepki göstermiştir.” İki Simone arasındaki fark bugün için dahi ilham vericidir. 

 

Weil modern Batı felsefesini de topyekûn bir eleştiriye tutmuştur. İnsan hakları, hukuk demokrasi gibi kavramları irdelemiştir. Weil’in felsefesi bize kişi kavramına, imana, tefekkür çabasına, mutluluğa ve birçok konuya dair birçok konuda kılavuz olabilecek derin bir okuma serüveni vadediyor.

 

Onun için çağımızın en büyük ruhu diyen Albert Camus haklıdır. Değil mi bizler de Sartre’ye karşı Camus’u sevenlerdeniz…

 

Kapak Görseli: Mike Newton

 

3 yorum

  • profil
  • profil
  • profil

Yorum Yaz