“En şaşırdığım şey, New York’ta yalınayak dolaşıp sağ kalmış olmam.”
Martin Scorsese’nin yeni mini belgesel dizisi Pretend It’s a City’yi (Şehirde Olduğunu Varsay) izleyeli hayli zaman oldu fakat üzerine yazabilmek daha da vakit aldı. Çünkü belgeselin ana karakteri Fran Lebowitz’in New York’a dair öyle çeşitli ve yer yer garip gözlemleri var ki hak vermek ve karşı çıkmak arasında çok gittim geldim. Fran’ın şikayet ettiği şeylerin çoğu benim için bulunmaz bir nimetti adeta. En basit ifadeyle Amerika bana başörtüm ve Sünger Bob’lu eşofmanımla derslere girebildiğim üniversitenin kapısını açmıştı. Ne mucize!
Tabii 53 yıldır New York’ta yaşayan, şehrin çilesini çekmiş, taksi şoförlüğü yapmış, güvenli bir mahallede oturabilmek için kazancını pahalı dairelere yatırmak zorunda kalmış birinin şehrin son on yılda içinden geçtiği sürekli evrimden ve kalabalıklığından dert yanmasına da şaşırmadım. Mizah ustası yazarın muzip anlatısı eğlenceli ama Fran’ın dünya üzerindeki en haklı insanmış gibi konuşmasına katlanmak zor.
Anladığım kadarıyla bu huysuz ablamızın hiç kimseye ve hiçbir şeye tahammülü kalmamış. Gerçekten insanlar önünde iki kelime etmeye çekinir. Hakkında yazılanları umursamaz ve hatta okumaz. Popüler olanı sevmez. İnternet kullanmaz. Kağıda yazar ve tükenmez kalem kullanır. New York sokaklarında yürürken bir bisikletlinin onu ezme ihtimalini kafasından çıkaramayan belki de tek insan.
Bana bu belgesel serisinin en keyif veren yanı İngiliz markası Savile Row erkek blazerleri, Levis 501 kot pantolonları, kahverengi kovboy çizmeleri ile stilini konuşturan Lebowitz ve O’nunla New York sokaklarında yürümek oldu. Lakin birinin bir diğerine sadece merakla yaklaştığı ve önyargılarla savuşturmadığı bir zamanda yaşamak benim için ancak Londra’da mümkün.
Bu sebeple hem tecrübelerimden hem de belgeselden yola çıkarak Londra’yı övecek, New York’u yereceğim. Son olarak; bütün genellemeler yanlıştır ve buradaki gözlemler sadece şahsıma aittir.
Ben Amerika’da okurken çok parasız kaldığım zamanlar oldu ve bundan hep nefret ettim çünkü tam bir Avrupalı gibi hayatın romantizmine kapılıp parayı çarçur edip yarını düşünmeden muhteşem anları deneyimleme arzusunun içindeydim. Amerikalı arkadaşlarım ise yaşam güçlerini materyalist arzularla her şeyin en iyisine ulaşmak için çok çalışmaya harcar, hep çalışır ve muazzam paralar biriktirirlerdi. Para için birçok şeyi feda edebilirlerdi. Ne korkunçtu! Amerikalılar çok bireyseldirler ve aslında yalnızlardır. Vakitleri çok kıymetli. Hani bizim için çok sıradan, sıklıkla, bir anda kararlaştırıp bir kafede buluşmalarımız, aniden evde misafir ağırlama durumlarımız, hadi bu akşam ailemin evine gideyim de yemek yiyeyim kararları plansız programsız asla gerçekleşmez. İtiraf ediyorum parasız kaldığım gibi çok yalnız da kaldım. Sırf sormuş olmak için “nasılsınız “ diyen, yapmacık gülen yüzlerce insanla tanıştım. İddia ediyorum; Amerika’daki insanların yapmacıklık seviyesi 10 üzerinden 100 falan olabilir. Amerikalı olayın yüzeyine odaklanır, hayatın tadını çıkarmaya çalışır. Bizim gibi varoluşsal sancılar içinde kıvranmaz.
Fran bir yerde New York’ta insanların yürümeyi unuttuğundan yakınıyor. Sürekli elinde telefonla gezinen insanlara ve çevrede olan bitene karşı duyarsızlıklarına kızıyor. “Etrafta başkaları da var.” Tanıdık geliyor değil mi? Evet bu bahsettiği insanlar yürürken asla araya mesafe koymazlar. Çarpıp geçerler ve özür dilemezler çünkü asıl hata sizin onların yolunu bir şekilde kesmiş olmanızdır. Sanırsın ki dünyayı kurtarmak için yeryüzüne serpilen tüm insancıklar oradadır. Muhakkak bir yere yetişmeye çalışıyorlardır. Kendi halinde sakince yürüyen birini görürseniz bilin ki o bir turisttir.
Burada beni insanların bir başkasının, zihnindekilere, dertlere ve bir başkasına aşinasızlığı hep etkilemiştir. Mesela Beşinci Cadde’de yürürken kolunun değdiği, yüzünde yürüyüşünde kafasında sana benzer bir şeyler taşıyan insana az rastlarsınız. Oxford Caddesi’nde yürürken insanların yüzlerinde farklı ırklara, kültürlere, marjinalliklere tolerans gösterdiklerini okursunuz çünkü zaten yanınızdan geçen her üç kişiden biri de başka bir ırktandır. Hoşgörü insanların üzerine cuk diye oturan bir ceket gibidir, atıl durmaz. O caddeyi başından sonuna yürürken kendinizi yalnız ve terk edilmiş hissetmezsiniz. Bu caddede insanlar soluklansın diye konulmuş banklar vardır. Kahveni alırsın, scone’nunu cebine indirirsin, bir bankta soluklanırsın. Ve sonu Hyde Park’a çıkar ki bu da bu yürüyüşün bonusudur.
Mesela sigara kullanan biri olarak Fran’ın New York’un “smoking friendly” olmayışına bir iki laf etmesini beklerdim. Bir kafenin önündeki masada kahve yudumlarken sigara içmenin yasak oluşunun insanın nasıl keyfini kaçırdığını eleştirsin isterdim. Bu keyfi bilenler beni anladı. İşte ben bu yüzden Londra’yı ve Avrupa’nın tüm şehirlerini seviyorum. Çok insanî -evet bazılarına göre gereksiz- bir ihtiyaca cevap veremiyor oluşu beni New York’tan koşar adım uzaklaştırıyor.
Ambulans ve polis sireni, her daim gürültü, koku, pis sokaklar tam da New York’u kendisi yapan ama yaşayanı bir süre sonra çileden çıkartan şeyler. Zaten şehirde ses kesilse dünyanın sonu geldi hadi toparlanın diyebilirsiniz. Fran’ın da dediği gibi şehir ölüm sessizliğine bir OJ Davası açıklanacağı, bir de 11 Eylül saldırılarının olduğu gün bürünmüştü. Londra’da Marble Arch ve Edgware Road dışında bu ses ve görüntü kirliliğine az rastlarsınız. New York’ta hiç sıkılmazsınız ama Londra’da yaşadığınızı iliklerinize kadar hissedersiniz.
New York metrosunda itilip kakılmanız, gündüz vakti soyulmanız, koca bir sıçanın ayaklarınızın arasında duraklaması çok olağandır. Dünyadaki bütün bakterilerin anavatanı orasıdır. Havasızdır ve her daim pistir. Hep kokar. Londra metrosunda ise yoğun saatler ve Central Line haricinde bu insanlık dışı muameleyle karşılaşmazsınız. İnsanlar birbirlerine yer verir. Trenin kapısı kapanırken içeriye dalıp, üstünüze çıkmazlar. Evet cuma ve cumartesi akşamları dağınıktır ama asla pis değildir. İkisi arasında çok fark var. Net. İngilizler kibar insanlardır. Cüzdanınızı düşürünce arkanızdan koşup size verirler ve üstüne her zaman teşekkür ederler. Siz şaşkınlıkla iyi günler bile dileyemezsiniz.
Fran’ın da dediği gibi Times Meydanı dünyanın en kötü mahallesi. Çok nadiren oradan geçmeniz ruhsal sağlığınız için önemlidir. Büyük reklam panoları, efsunlanmış turist yığını, türlü kostümlerle fotoğraf çektirmeniz için dibinizden ayrılmayan elemanlar, korna sesleri gözünüzü kör, kulağınızı sağır edebilir. Adeta mahşer meydanı simültanesi. Selfie çekenler, oradan oraya koşuşturanlar, her bir karesine anı bırakmak isteyenler. Sadece bir sakin olun, hiçbir şey kaçmıyor diye haykırmak istiyorsunuz. Londra’da Times Meydanı’nını karşılaştırabileceğim tek yer belki de Piccadilly Circus olabilir. Shaftesbury Fountain’in merdivenlerinde oturursun, her daim canlı müzik vardır, sokak performanslarını izlersin. Dünyam renklensin dersen Chinatown’a kaçarsın, yetmezse Trafalgar’a inersin ve muhakkak bir canlı konsere denk gelirsin. İki adım ötende cânım St. James’s Park seni bekliyordur. Londra’da her iki adımdan birinde bir yeşilliğe denk gelirsin ve bunlar New York sokaklarındaki gibi süs olsun diye konulan saksı bitkileri değillerdir!
Amerika’nın “fırsatlar ülkesi” olarak benimsenmesinin bir sebebi de birçok farklı ırktan ve kültürden insanları barındırıyor olması. Bu farklılık bir Avrupa gibi insana “eşitlikçi” yaşam koşulları sağlamıyor. Amerika özgürlükleri, Avrupa ise insan haklarını ön planda tutan sosyal devlet anlayışını savunur. Bu yüzden gelir dağılımındaki eşitsizlik Avrupa'dan daha kötü durumdadır. Paran varsa çalışırsın, eğer paran yok ve zamanın da bolsa kaybettin demektir. Fran’ın dediği gibi New York gibi bir yerde kimse yaşamaya para yettiremez ama yine de yaklaşık 19 milyon kişi burada yaşamaya çalışır.
Amerikalılar için spor şov, İngilizler içinse mücadele anlamı taşıyor sanki. Belgeselin bir yerinde Fran sokak ortasında lastik çekerek spor yapan kadınları görüyor ve şaşkınlığını gizleyemiyor. Central Park’ta her gün 20 km koşmak için kendini paralayan onlarca arkadaşım oldu. Abartmak, sağlıklı/sağlıksız olan her şeyi abartmak, sınırları zorlamak Amerikalılara has bir durum gerçekten. Bunun yanında Londra’daki parklar gerçek bir yaşam alanıdır. Bu sebeple insanlar parkta buluşmak, güneşlenmek, yemek yemek, spor yapmak ve türlü aktiviteleri gerçekleştirmek için sözleşirler. Mesela parkta koşmak gösterinin bir parçası, adeta bir mücadeledir. İddia ediyorum New York’ta hadi şurada da bir yeşillik olsun diye yapılan hiçbir park bir Hyde Park, Regent’s Park, St. James’s Park, Richmond Park, Greenwich Park, Kensington Gardens etmiyor.
Amerika’ya tek bir yerden şans vereceksem o da alışveriş için olurdu. Gidersin Marshalls’a, Filene's Basement’a, Century 21’a ve outletlere hele bir de Dolar Türk Lirası karşısında erimişse (bu bir dilektir) Türkiye’de elini uzatamayacağın şeyleri kelepir alırsın. Street food olayında New York; gyro, bagel ve pizza dışında bir şey vadetmez. Belki buna Soho’da seyyar dondurmacıları da ekleyebiliriz. Londra’nın Soho’sunda Arnavut kaldırımlı taş sokaklar yoktur ama her sokak muhteşem kahvecileri barındırır. Bu kafelerin önünde masalar bulunur ve buralarda saatlerce oturmanıza, her şeyi içmenize müsaade ederler. Ne büyük lüks değil mi? Bunu New York’ta yapabilmek neredeyse imkansızdır. Mümkün olsa bile size ayrılan bir vakit vardır ve bu dolunca garsonlar başınıza dikilir. Ayrıca Londra’daki bir Portobello Market, Borough Market, Leather Lane, Vinegar Yard, Southbank Centre Food Market ve daha nicesinin New York’ta benzeri değil alternatifi bile yoktur.
Bilimsel ve teknolojik buluşların öncüsü olan Amerikalılar’ın büyük bir bölümü gerçekten düz, sıradan insanlar. Eğitimli, zeki ve Amerika dışındaki başka bir dünyanın sorunlarından haberdar olan az kişiye rastlarsınız. Bir ömür boyu sadece patates yiyerek yaşayabilecek insanlar tanıdım. Bunların karşısında ilim ve irfan sahibi Avrupalı kendini sanat, tarih, felsefe ve devrimlere adamıştır. Üzerinde güneş batmayan imparatorluk boş durur mu? Ortalama bir İngiliz ile Shakespeare hakkında sohbet edebilir, sömürgecilik üzerine tartışabilir ya da William Turner’ın eserleri üzerine konuşabilirsiniz. Londra’daki müzeler eser bakımından daha zengindir. Tate Modern, National Gallery, Victoria & Albert, British Museum içeriğini bir Guggenheim, bir The Met ya da MoMA’da bulamazsınız.
...
Çok uzattım sanırım. Buraya kadar geldiyseniz meramımı anlamışsınızdır. Atlayıp geldiyseniz eğer; dedim ki Londra daha iyi.