Yerli Polyannamız Hayat Sevince Güzel Ayşe’yi tanırsınız. Kısaca, Ayşe diyeceğim ona.
İyilik timsali Ayşe, köyden teyzesinin yanına göç eder. Teyzesi geçmişteki bir takım husumetler nedeniyle öfke doludur, Ayşe’ye başta kötü davranır. Kasabanın zengin şımarık gençleri Ayşe’yi köylü olduğu için aşağılar. Ama Ayşe yılmaz. Nerenin olduğunu bir türlü anlamadığımız şivesini pat diye düzeltir, güzel kıyafetler giyer. Ve engelleri bir bir aşar. Bunların hepsini köyden kente göçün yaşattığı dramı dindirmek için değil de sırf insanlar teyzesi hakkında kötü şeyler söylemesinler, diye ister. Ah, Ayşe bu kadar “iyi” olamazsın.
Hikâyeyi bilirsiniz. Ayşe bitmeyen iyimserliği ile kasaba eşrafının türlü huysuz tiplemelerine neredeyse musallat olur ve onların içlerindeki iyiyi keşfetmelerini sağlar. Hatta bununla da yetinmez, toplumsal dayanışmayı sağlamak, kasabanın yetimlerine yuva bulmak için Hayat Sevince Güzel şarkısı eşliğinde enteresan bir koreografiyle tüm kasaba halkını iyilikten çıldırtır.
O sahneler çıldırma halidir, kimse aksine ikna edemez beni. Bu ölçüde iyimserlik insanı çıldırtabilir. Gerçekten.
Sonra ne olur? Bir akşam Ayşe, teyzesinden gizlice eve girmeye çalışırken pencereden düşer (oyuncak bebeği yakalamaya çalışırken ki burası önemli, buraya geleceğim birazdan). Kötürüm kalır ve pat! İyimserlik kaynağı kurur. Yemek götürdüğü kötürüm teyze, tüm gece yan bahçedeki düğünün gürültüsünden uyuyamadığı için şikâyet ederken, buna sevinmelisin demek ki kulakların iyi duyuyormuş, diyen Ayşe’ye biz diyecek bir şey bulamayız. Film boyunca sürdürdüğü memnun olma oyunu bir anda bitiverir.
Ayşe’ye kızamayız. İnsan hareket edemeyecek kadar çaresiz kalırsa memnun olacak bir şeyler bulamayabilir. İyimser olmanın da bir sınırı vardır. Sınır, hayatın tüm gerçekliği ile gözünün önüne dikildiği yerdir.
Sınıra geldiğimizde yapabileceğimiz şey biraz durmak, hemen olaya iyi tarafından bakıp başka bir yere sıçramak, kaçıp kurtulmak değil. Biraz o gerçekliğin sınırında kalmak. Yani durumun hakkını vermek, oturup ağlamak, biraz hayıflanmak, azıcık şikayet etmek, gerekirse çokça dertlenmek. Ancak o sınırda yeteri kadar zaman geçirdikten sonra başka bir yere geçebilmek için güç bulabiliriz. Yeteri kadar zamanın miktar olarak karşılığı, siz de takdir edersiniz ki durumdan duruma kişiden kişiye göre değişir.
Ama Ayşe o zamana kadar hiç durmamış sınırlarda, hep bir şeylerin iyi tarafını görmüş. Hikayesi acıyı tutmamak üzerine kurulmuş. Bunu da işte uğruna kötürüm kaldığı o oyuncak bebek vesilesi ile öğrenmiş. Filmin bir yerinde anlatıyor Ayşe, çocukken yaşadıkları yerde depremler olurmuş ve başka yerlerden yardım paketleri gelirmiş. Bir gün bu paketlerin birinden bir oyuncak bebek çıkmış, Ayşe’nin babası bebeği anne babasını kaybetmiş bir çocuğa vermiş, bir sonraki bebek de senin, demiş. Ayşe başlamış beklemeye. Bebek yok. Bir gün çok güzel bir kutu gelmiş. Heh, demiş Ayşe kesin bebek var içinde. Film bu ya, bir çocuğun yoksunluğu daha büyük bir yoksunlukla nasıl örtbas edilebilir? Kutudan koltuk değnekleri çıkmış. Babası buna da sevinmelisin, demiş; çünkü senin bunlara ihtiyacın yok. Ayşe burada bir oyuncak bebek üzerinden hayatta daha büyük acılar olduğunu, bunları düşünüp elindekiyle mutlu olması gerektiğini şıp diye öğrenivermiş. Ne yapsın? Koskoca babasının bir oyuncak bebek karşısındaki çaresizliği ile küçük Ayşe ne yapsın? Böylece olayların iyi tarafını görmek için, kendi ihtiyaçlarını ötelemeye, bir terslik olduğunda mesela biri ona kötü davrandığında filan hissedeceği rahatsız edici duyguları -çünkü bu duygular da ihtiyaçları hatırlatır- bastırmaya başlamış. Bir oyuncak bebek uğruna kötürüm kalacağı zamana kadar sürmüş bu.
Film tam da burada Ayşe’nin “yeter artık! daha fazla memnun olma oyunu sürdüremeyeceğim.” dediği yerde bitseydi harika olurdu, ama bitmiyor tabi. Devamını biliyorsunuzdur, bilmiyorsanız da boş verin. Ayşe’yi orada bırakıp, iyimserliğin yarattığı dilemma üzerinden devam edelim biz.
İyimserliğin türlü versiyonları var. Bir iyimserlik skalası yapsak mesela, “bugün hava çok güzel içim kıpır kıpır”dan, “pandemi var evlere kapandık ama olsun, yıllardır yapmak isteyip de yapamadıklarımıza vakit ayırırız”a kadar götürürüz iyimserlik düzeyini. En uç noktada ne olduğunu az çok biliyoruz, çoğumuz evde ekmek yaparak 1 yıl daha geçiremeyeceğinden emin artık.
İşte, keyif veren pek çok şeyin fazlasının zarar olması gibi, iyimserlik de bizi zorluklarla baş etme noktasında bir yere kadar getirir. Ama bildiğimiz tek yol iyimserlikse, pat diye yolun ortasında bırakabilir de. Çünkü hayat her meseleye iyimserlik değneğiyle dokunabileceğimiz kadar naif olmaz her zaman. İyimserliğin dilemması da burada başlıyor, kısa vadede işe yararken uzun vadeli meselelerde insana iyiyi düşünürsek sonuçların iyi olacağına dair yapay bir kontrol algısı veriyor. Yani, umut ve hayal kırıklığı arasında bir gel git.
Umut zaten tek başına çok çetrefilli bir konu. Bir de pür iyimserlikten beslendiğinde kontrol edemediğimiz pek çok şeyin yükünü taşıma ağırlığını yüklenmiş oluyor. Mesela işinizde ya da ilişkilerinizde bir gün bir şey olacak ve ters giden her şey düzelecek inancı, halihazırdaki sorunları sürekli ötelemeye, düzelme beklentisini geleceğe yüklemeye sebep olabiliyor. Bilirsiniz işte çocuk olunca kurtulacak evlilikler, ancak şu mevkiye gelince yaşanmaya başlanacak hayatlar, yeni bir yere taşınınca geride kalacak olan tüm sıkıntılar. Evet olabilir belki ama işte olmayabilir de. Olmadığında yaşanan üzüntü sadece olmayan için değil geçen tüm zaman boyunca beslenen inanç içindir de.
Yani iyimserlikten yarınlara, umuda, güzelliklere giden bir yol varsa, tek yolun bu olmadığını hatırlamamızda fayda olabilir. Çünkü sadece iyiyi düşünerek inşa ettiğimiz umut, bizi hareketsiz kaldığımız bir yerde, “Buraya kadarmış. Hadi görüşürüz işler yoluna girince.” diyerek bırakabilir de. Yani kararında iyimserlik iyidir. Kararını da en iyi siz bilirsiniz. Mesela, şehrin göbeğinde kuş sesi duyunca içimiz kıpır kıpır oluyorsa -ki benim oluyor, bu güzel bir şeydir, tatlı bir şeydir. Ama bunun yanında görmeden edemeyeceğimiz kadar hakiki tatsızlıklar da vardır. Bunları görünce tadımız kaçabilir, üzülebiliriz, öfkelenebiliriz. Bizi rahatsız eden her duygu zararlı değildir, bazen sırf rahatsız ettiği için, “yeter artık, daha fazla dayanamayacağım” dedirttiği için yararlıdır hatta.
Bu yüzden işte umutsuzluğa kapılmak, bir şeylere iyi tarafından bakamamak bazen olması gerekendir ve bizi daha iyi bir yere götürecek olandır. Tam da böyle zamanlarda umudu hakikatler üzerinden beslemek epey sancılı bir şey. Bunlarla birlikte umut edebilmek belki, bilmiyorum. Ama imrenilesi…
Evet, buraya kadar gelip de “E, ne yapalım o zaman kötümser mi olalım?” demediyseniz, ben sizin yerinize diyorum. Ve ekliyorum, tabi ki hayır. Çünkü, nasıl ki, sırf iyi düşünüyoruz diye, bir şeylerin “iyi” olmasını sağlamıyorsak, kötü düşünmek de sonuç kötü olduğunda baş etmemizi kolaylaştırmıyor. Üzüleceksek yine üzülüyoruz. Sonucun iyi olması halinde de boşu boşuna çekilmiş bir çile oluyor kötümserlik. Aslında baktığımızda ikisi de aynı kaynaktan besleniyor. Ve zaman zaman ikisine de başvuruyoruz. Mesele ikisinden birine gömülmemekte gibi.
E ne demeye o zaman dokuz yüz bilmem kaç kelimeyi iyimserlik üzerine yazdım? Çünkü kötümserlik huzur bırakmadığı için onu fark etmek, bir dakika ya burada bir terslik var, demek daha kolay. Ama iyimserlik öyle değil, özellikle de bunun zorunluluk haline geldiği olumlamalar çağında. Dört bir yanda umut arıyoruz. Umut nasıl desem, üzerine konuşulması zor bir konu. Bana kalırsa, Marx bugün geri gelse, din yerine umut kitlelerin afyonudur, derdi. Neredeyse emin gibiyim buna.
Neyse, Ayşe’nin hikayesi de böyle işte.
Efendim kararında iyimserlik ve tat kaçırmayan bir kötümserlik arasında, nereye gittiğimizi bildiğimiz günlerimiz olsun. Tam kapanmamız da hayırlı olsun.