Tüm dünya farklı farklı gündemler ve telaşeler içerisindeyken birden bir virüsün ortaya çıkmasıyla tek bir gündem altında birleşmek zorunda kaldı. Bu virüs ölümcül bir hastalığa sebep oluyor ve küresel bir tehdit riski taşıyordu.
Peki biz dünya insanları bu virüse karşı nasıl düşünceler, duygular, davranışlar ve tutumlar geliştirdik?
Bu yazının konusu bu tehdide karşılık geliştirilen politik, tıbbi, ekonomik tedbirler yahut tutumlar değil... Bir psikolog olarak benim en ilgimi çeken kısım, insanların bireysel olarak virüse yükledikleri anlam ve tüm bu tehdit olasılığına karşın geliştirdikleri tutumların farklılıkları oldu.
Biyoloji bilimi kişinin bir tehdit karşısında bedenen nasıl tepkiler vereceğini anlatabilir, bedenlerinde ne tür değişiklikler olabileceğini, hangi hormonun salgılanacağını öngörebilir. Ancak söz konusu psikoloji olduğunda böyle bir durumun karşısında nasıl tepkilerle karşılaşabileceğimizi öngörmek bu kadar kolay olmayabiliyor. Çünkü insan zihni aynı olay karşısında her seferinde başka tepkiler verebileceği gibi, farklı insan zihinleri de aynı olay karşısında başka başka tepkiler geliştirebilir. Bu sebepledir ki her insan bir diğerinden farklıdır. Genetik yapısı, anne karnında geçirdiği süreci, doğumu, çocukluk dönemi, ergenlik yaşantısı, doğup büyüdüğü sosyal ve ekonomik çevre farklılıkları, kişileri birbirinden ayrıştıran, her bir insanı bir alem yapan gelişim faktörleridir.
Her kuramcı insanın gelişimini farklı bir bakış açısıyla, insanın farklı yanlarına ışık tutarak anlatmaya çalışmıştır. Bu sebeple aslında her bir kuram insanı bir yapboz parçası gibi tek tek tamamlar. O yüzden hiçbir kuram için insanı tek başına anlatmaya yeterlidir diyemeyiz. Ancak bununla birlikte hiçbir kuram için de kesinlikle yanlıştır demek de mümkün değil. Bugüne dönüp baktığımızda "insanlar farklıdır" önermesine kanıt niteliğinde farklı tutumlar ve davranışlar görüyoruz. İnsanların virüse karşı geliştirdiği düşünceler, hissettiği duygular, davranışlar bambaşka. Kimileri virüsü hafife alırken, kimileri çamaşır suyuyla yatıp kalkıyor, kimileri ise bilimsel temelli davranışlar geliştirirken, bir başka kesim bu kaosun gizli güçler tarafından yaratıldığından adları gibi emin…
Bugünlerde benim en çok dikkatimi çeken kitle komplo-teoricileri!.. Bu kesim başlarına ne gelirse gelsin, o esnada gündemde ne konuşuluyorsa konuşulsun her şeyin arkasında gizli muktedir büyük bir gücün var olduğuna inanıyor. Anlatılan, sunulan hiçbir kanıt onları ikna etmediği gibi bu kanıtların da o güçlerin bir üretimi olduğunda hemfikirler.
Bu yazıyı yazma fikrim, bu kişilerin haklı ya da haksız olduğunu belirtmek için değil, bu düşünce şekline neden ihtiyaç duyulduğuna dair bir farkındalık yaratmak için oluştu. Bir insan komplo teorilerine kimin yazdığını bilmeden, kaynağını merak etmeksizin, kaynağı, kökeni, anlatanı belli olan bilimsel bilgiye göre neden daha fazla itibar eder? Kulaktan dolma gelen bilgiler neden zihni daha baskın şekilde meşgul eder?
Tüm bu sorular benim zihnimi kurcalarken, Erik Erikson'un Psikososyal Gelişim Kuramı'nı aklıma getirdi.
Erikson her gelişim evresinden bir başarı edinerek ya da bu evreden bir zarara uğramış olarak çıkacağımızı söyler. Örneğin 0-2 yaş güven ya da güvensizlik evresidir. Annemizin bizimle kurduğu yakın ilişki, ihtiyaçlarımızı zamanında, yerinde ve yeterince karşılamış olması, bizim bu evreden güven duygusunu kazanmış olarak çıkmamıza sebep olur. Bakım veren kişinin ihmalinin ise güvensizlik kazanımına neden olduğuna vurgu yapar.
2-3 yaş ise özerklik ya da utanç, kuşkuculuk evresidir. 2 yaş öncesi bir bebek, annesine muhtaç, her ihtiyacını ancak bir bakım verenle giderebilen bir varlıktır. Kendisini annesinden ayrı göremez. Annesinin bir parçasıdır. Annesi bebeğinin gözünde onu acılarından kurtarabilen, seven, kollayan, her şeye gücü yeten bir varlıktır. Ya da tam tersi bebek annesini acımasız, tüm güçlü kötü olarak da algılayabilir. Bu durum 2 yaşına doğru değişmeye başlar. Bebek önce yürümeye, kendi kendine yemek yemeye, annesinden kaçabilmeyi deneyimlemeye başlar. Bebeğin zihninde artık "ben annemden ayrı bir varlığım onsuz da yaşayabilirim" düşüncesi oluşmaya başlar. Bu özerklik deneyiminin edinildiği ilk evredir. Bebek eline kalemi alır, duvarları çizer. Var oluşunu duvardaki çizgide deneyimler. Masanın üzerine çıkar, ne kadar büyük olduğunu deneyimler... Dolapların içlerini boşaltır, merak duygusunu deneyimler…
Tüm bunlar bu evre için normal davranışlardır. Ancak tüm bu davranışlar annesi tarafından ne kadar sağlıklı tolere edilirse bebek bu evreden o kadar güçlü bir benlikle ve dünya üzerinde bir kontrolü olabileceği inancıyla çıkar. Anne bu süreçte de daha önceki zamanlarda olduğu gibi bebeğinin etrafında dolanmaya devam eder. Tehlikeli olabilecek durumlarda bebeğini korur. Bazı kuralları öğretmek için ona sınırlar koyar. Bu suni zamanda sağlıklı olandır. Bebek engellendiğinde utanç duygusu yaşar. Ve annesinin ona engel olabileceğinden şüphelenip bir eylem öncesi etrafını sürekli kolaçan eder. Eğer anne hijyen, güvenlik ya da düzen sebebiyle bebeğin bu evredeki davranışlarını sürekli kontrol eder, kısıtlar ve engellerse bebek bu evreden şüpheci bir tutum ve kontrolsüzlük duygusu ile çıkar. Annesinin onu sürekli izleyip (her şeyi gören göz olduğuna) engel olacağına ikna olmuş ve bu dünya üzerinde herhangi bir yaptırımı olamayacağı inancına sahip olmuştur. Bu inanç bir sonraki girişimcilik ya da suçluluk evresinin de temelidir. Kendi hayatının üzerindeki bir güç sebebi ile yaşam üzerinde bir kontrolü olamayacağı inancına sahip çocuk 4, 5 yaşına geldiğinde anne babanın aynı tutumu devam ettiği sürece girişim konusunda da geri adım atacak zaten bu girişiminin başarısız olacağı düşüncesinde olacaktır.
Komplo teorisyenlerine dönüp baktığımızda ortak fikir olarak şunu görürüz: Bu dünyayı bir kaç tane güçlü aile yönetir. O aileler o kadar güçlüdür ki her şeyin arkasında onlar vardır. Bu düzen onların eseridir. Eğer birileri bu düzene karşı koymayı denerse o kişileri yok ederler. Bu ortak fikrin aslında alt metninde şu yatar; "Senin bu hayata dair hiç bir yaptırım gücün yoktur. Ne yaparsan yap olanlara engel olamazsın." Komplo teorilerine inanmayı tercih etmiş insanlar da tam bu kök inanca uygun olarak çaresiz, yılgın, umutsuz ve eylemden uzak dururlar. Tıpkı annelerinin onlara engel olacağından emin olup girişim duygularını körelttikleri gibi…
Son olarak; neye inanırsak onu büyütürüz. Çocukluğumuzdan biz sorumlu değiliz, ancak bugünümüz bize aittir. Bize neler yapıldığına değil, bizim neler yapabileceğimize odaklandığımızda dünya çok daha güzel bir yer olacak!