Bir Teselli Ver(me): Haline Şükret

Bir Teselli Ver(me): Haline Şükret


 

Bir Teselli Ver, Orhan Gencebay’ın baştan sona, tesellisi ne kadar da zor olan dertlere gark olduğunu anlattığı şarkısı. “Her acının tiryakisi olmuşum” diyor daha ne desin, yani tesellisi o kadar da kolay olmayan halimi gör, anla. Şimdi bir düşünün elinde bağlaması, içli içli “Yarattığın mecnuna bir teselli ver” diyen Orhan Gencebay’ın omzuna dokunuyoruz ve diyoruz ki “Yapma, bak, haline şükret, ya Ferhat’a dönseydin, bir dağı delmekle geçseydi ömrün.” Tam bu noktada kendimizi bir an için Orhan Gencebay’ın yerine koyalım lütfen ve hikâyenin devamını gözümüzde canlandıralım. (…)

 

Evet, teselli vermenin en yaygın hali bu: haline şükret ve devamında senden daha kötü durumda olanları düşün, ya şu olsaydı? (şu=daha kötüsü). Mesela yakınını kaybetmiş birini “Şükret, bak çok acı çekmedi” diyerek teselli etmek istiyoruz ya da işyerinde haksızlığa uğrayan birine “Sen yine de haline şükret, bak insanlar işsiz” diyoruz. Tabii ki de iyi niyetliyiz, karşımızda biri zorlanıyorken, üzülüyorken ona iyi gelecek bir şeyler arıyoruz içerde. En hızlı bulduğumuz şey de “şükretmek” oluyor. Ama işte bazen şükretmek ya da daha kötüsünü düşünmek, teselli olmayabiliyor. Özellikle de şu, senden daha kötü durumda olanları düşün şükret, kısmı kafamı epey kurcalıyor. Şükretmeye teşvikin daha kötü durumda olan bir başkası üzerinden şekillenmesi biraz tuhaf değil mi? Yani bir şeyin varlığıyla ilgili hissettiğimiz şükür halinin bir başka yerdeki yokluğu üzerinden ortaya çıkması. Var diye değil, ya olmasaydı üzerinden gelen buruk bir şükür sanki, her an gidebilecek gibi yokluğunu akılda tutma hali. Neyse, insanın varlık ve yoklukla mücadelesinin şükre uzanan yollarını izlemek epey çetrefilli, hiç o konulara giresim yok. Ama burada bir soru olarak kalsın. Daha “kötü”süne bakarak şükretmek, “iyi” olanın hakkını vermemizi sağlar mı? (Hakkını vermek, yaşamak burada)

 

Gelelim biz haline şükret dedikten sonra olanlara. Buradan itibaren önümüzde iki yol açılıyor:

 

Birincisi; derdi olan bize hak veriyor. Şükretmem lazım, diyor. Bununla birlikte abartıyorum galiba, doğru, insanlar neler yaşıyor, benimki de dert mi deyip meselesini bir kenara koyup başlıyor şükretmenin yollarını aramaya. Çözülmeyen meselenin, hissedilen o ağır duyguların üstüne biraz suçluluk biraz da utanç eklendi mi ortaya mis gibi yepyeni bir mesele çıkıyor: ben niye şükredemiyorum, abartıyorum? Buna kendini yargılamak da diyebiliriz. Herkes için geçerli değil elbette. Ama bazılarımız dışardan gelen yorumlara, tepkilere daha açık olduğundan içeriye acaba’ların sızması çok kolay olabiliyor.

 

İkinci yol ise, karşımızdakinin buruk bir anlaşılmama hissiyle kendini anlatma çabasına girmesi ve en nihayetinde de bir daha bize herhangi bir meselesini açmaması. Çünkü muhtemelen şükretmenin bir yolunu bulsa zaten dert etmeyeceğini ya da elbette hayatta daha kötü durumlar olduğunu ama yine de onun için bu durumun zor olduğunu düşünüyor.

 

Tüm iyi niyetimizi alıp onu karşımızdakine destek olma çabasıyla çarpıp üzerine gerçekten de şükredilesi onlarca şeyi eklesek de bu biraz yargılamak gibi oluyor. Bunda ne var ki, demenin bir başka yolu haline şükret. Ne yazık ki birilerini yargılamanın çok sinsi yolları var ve farkına varmadan bazen hepimiz giriveriyoruz bu yollara.

 

Peki, şükretmek zor zamanlarda gerçekten de bir şeyleri kolaylaştırmıyor mu? Yani iyi niyetimizle yaptığımız şükret telkininin hiç mi anlamı yok? Elbette var. Bir kere tüm inanç sistemleri, mistik gelenekler şükretmenin anlamını, değerini, kıymetini türlü yollarla yüzyıllardır anlatıyor. Şükür ki, psikoloji bilimi de bu süreci bir yerinden yakaladı ve son yıllarda pozitif psikoloji sayesinde “gratitude journal” tekniği hayatımıza girdi. Hem de baya bilimsel bir yerden. Öyle ki insanların her gün şükür duydukları 3 ya da 5 şeyi fark edip bunu günlük şeklinde yazmalarını içeren deneysel araştırmalarla şükretmenin psikolojik iyi oluşa katkı sağladığı görüldü. Şükür günlüğü tutan insanların daha az depresyon ve anksiyete belirtesi gösterdiği, umut, iyimserlik gibi tutumlara daha çok sahip olduğu istatistiksel analizlerin verdiği yetkiyle farklı farklı gruplarda ispatlandı.

 

E o zaman herkesin kendi kapısının önünü süpürmeye başlaması gibi hemen şükredilecek bir şeyler bulmaya başlasak, hayat daha kolay olmaz mı? Zorluklar bir bir aşılmaz mı? Belki… Ama atladığımız nokta şu: insanların bir şeyleri şükredilesi bulmaları biraz onlara, içlerinde bulundukları durumun özelliklerine, baskın gelen duygularına gibi gibi başkaca birçok değişkene bağlı ve dışardan telkinle yapabileceğimiz bir şey gibi görünmüyor. İçerden işleyen bir yolu var gibi.

 

Gelelim bu yola. Şükretmek, yani en azından TDK’ya göre, (1) Tanrı'ya minnet duygusunu sunmak, şükreylemek; (2) Bir kimseye minnet duymak, gönülden borçlu olmak anlamlarına geliyor. Demek ki, gönülden hissedilen bir duygu üzerine inşa oluyor şükretmek. Şimdi, Tanrı mevzu bahis olduğunda ben biraz çekiniyorum açıkçası, çünkü kimsenin Allah’la ya da Tanrısı kimse onunla ilişkisine karışılmaz. Bu, günah olmasa bile biraz ayıptır diyebiliriz. Oralara girme niyetimizin hiç olmadığını varsayalım. Karşımızdakine haline şükret, dediğimizde yaşadığı durumu bir tür şükret aynasına yansıtıp bak diyoruz, buradan gör meseleyi. Tamam, meselelere farklı açıdan bakabilmek düşüncelerimizi değiştirebilir elbette. Peki duygular, onlara ne olacak? Duygular üzerinde sandığımız kadar bir kontrolümüz yok. Hani öyle olmadığını biliyorum ama sanki öyleymiş gibi hissediyorum anları vardır ya, duygu ve düşüncenin yüzyıllardır karşı karşıya gelip insana ne yapacağını şaşırttığı anlar. İşte böyle anlar bize duygu ve düşüncenin ayrı güzergahları olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla düşüncelerden farklı olarak bir duyguyu değiştirebilmenin yegâne yolu önce onu yaşamak, yaşadıktan sonra ancak dönüşmesi için bir alan açılabiliyor. Tam da bu yüzden birinin gönülden hissedeceği minnet, şükür duygusu için kendince bir zamana ihtiyacı olabiliyor.

 

Karşımızdakine bu zamanı tanımak, teselli etme çabasına girmeden yanında olmak zor, biliyorum. Bazen yapacak bir şey bulamıyoruz. Ben de bulamıyorum. Çokça sevdiğim birinin zorlandığını, üzüldüğünü gördüğümde hele bir de ağlıyorsa içim cız ediyor, hemen bir şey yapayım da geçsin istiyorum, yalan yok. Sonra, durduruyorum kendimi senin için ne yapsam, diye soruyorum. Hiçbir şey yapamıyorsam “gel bir sarılalım” diyorum. Öfkeliyse, “Kız” diyorum sonra ne yapacağımıza bakarız. Çünkü biliyorum aynı durumda ben olduğumda birinin karşıma geçip bir şeyleri değiştirmesi, farklı yerden bakmamı sağlaması değil; yanındayım demesi iyi geliyor.

 

Bazen yapacak bir şey olmamasına rağmen yanımızda olan insanların varlığı gerçekten şükredilesi.

 

 

1 yorum

  • profil

Yorum Yaz